Şaşkın Kerteriz - Şubat 2017

Şaşkın Kerteriz - Şubat 2017
Giriş Tarihi: 14.02.2017 10:15 Son Güncelleme: 14.02.2017 10:15
SAYI:32Şubat 2017
Cumhuriyetin şaşkın vekilleri

Anayasal düzlemde sistem dönüşümünü tartışıyoruz ama hâlâ rejim tartışması yaptığımızı sanan vekiller var. Anayasa değişikliği için referanduma götürülecek maddelerin oylamasını, anayasa değişiyor zanneden vekiller var. Zaten mevcut sistemin nasıl yürüdüğü ile bir ilgisi olmayan ve gelecek olan yeni sistemin de büsbütün 'kötü bir şey' olduğu kesin inançlılığından öte fikri olmayan vekiller var.

Kaybettiği seçim sayısını unutmuşken belki de 'tek adam, diktatör, laiklik, yaptırmayacağız' kelimelerinin kombinasyonundan kurulabilecek cümle sayısının tükenmiş olabileceğini düşünmeyen vekiller var. Birbirleri ile konuşmayı bilmeyen, öfkesini şiddete dökmeden icraatın içine giremeyen vekiller var. Kendini ifade etmek yerine, tekmeyle ve yumrukla karşısındakinin siyasi görüşünü alt edebileceğini düşünen, 'yine olsa yine yaparım' diyen vekiller var… Mecliste kadın kavgası görünce heyecana gelip, karşılaştıkları ve bugüne dek seviyesini hiç düşürmemiş pek çok kadın vekile 'aman sizden korkulur', 'size çok yaklaşmamak lazım' diyerek, bu çirkin davranışlarına paydaş edip şirinlik yaptığını sanan erkek vekiller var. Var da var… Şükür Meclis tatil de biraz kafamızı dinliyoruz. Nisana kadar sabır ya hu…

Menkıbe

Menkıbelerden bahsediyor konuşmacı; "Ne kadarı gerçek, ne kadarı yalan bilinmez" diyor. Kalkıp çıkıyorum salondan. Merdivenlerde şunu mırıldanırken buluyorum kendimi: "Menkıbesiz kalmak, vatansız kalmak gibidir."

Şeyh Galib Dede

Bir şû'lesi var ki şem-i cânın Fânûsuna sığmaz âsmânın

Konsept Kafeler

Başta İstanbul olmak üzere memleketi 'konsept kafe' kültürü kaplamış durumda. Mesela Karaköy birbirinden ilginç kafelerle anılıyor artık. Başka semtlerde de açılıyor bu tip kafeler. İçerisi muhakkak karanlık, bir iç mimarın elinden geçtiği belli olan tasarım hemen kendini hissettiriyor. Fakat lafı hiç uzatmadan söyleyeyim ki, hepsi birer zevksizlik abidesi. Hiçbiri nevişahsına münhasır özellikler barındırmıyor. Tüm kafelerde aynı kahveler yapılıyor. Hepsinde aynı dövmelere sahip garsonlar çalışıyor. Biz kendinden geçmiş kafe ziyaretçileri de bu vahşi mekânları ziyaret ediyoruz kendimizi ayrıcalıklı hissetmek için. Mesela Balmumcu'da da böyle bir mekân var; günün çorbası diye Ayşe teyzenin torununa yaptığı havuç lapasını 'minör' bilmem ne diye yutturuyor. Günün sürpriz kahvesi diye de deney tüpüne benzer bir alette filtre kahve yapıyor. Hepsi konsept işte.

Şaşkın kültür politikamız

Azizim biz kültür sanat alanında eksiğiz!.. Kültürel iktidarla mücadele etmeliyiz! Şu sanat olaylarına biz de el atmalıyız! Güzel retorik… Ama nasıl? Muhafazakâr gençlerin sanattan kültürden anlamadığını bizzat muhafazakâr yöneticilerin düşündüğü bir ortamda mı? Her şeyin en iyisini 'öteki mahallenin' yapacağına olan sonsuz inancın bir türlü eriyemediği buzlu sularda mı? Sanatsal yeterliliğimizi ölçmenin yakınından geçemeyecek kimselerin yer göstermesini beklediğimiz köşelerde mi? Çevre/muhitin bu kadar elzem olduğu bir durumda çevreyi 'iq-limited kurumsal iletişimcilerden' ibaret tutmanın faydasına inanarak mı? Sürekli ana akımdan şikâyet edip ana akımı bizim meselelerimizden hiç anlamayan insanlara emanet ederek mi? Nasıl olacak azizim, nasıl?

Satranç Dersleri

Onunla en çok Cuma namazından çıkışta karşılaşıyoruz. Caminin avlusunda bir incir ağacı var, hep o ağacın altına seriyor seccadesini. Sonra kalkıp caminin hemen yanındaki kıraathaneye gidiyor. Bir dönem kahvelerde kitap-kültür köşesi yapmak zorunluydu. Mekân sahipleriyse küçük bir kitaplık yaptırır, içine de Türkiye gazetesinin verdiği dini içerikli kitapları koyarlardı. İşte kimsenin hiçbir kitabı karıştırmadığı o küçük kitaplığın altındaki masaya bir de satranç takımı konulmuştu o kıraathanede. Hamal Şükrü abi de nereden öğrenmişse öğrenmiş tam bir satranç pirine dönüşmüştü zamanla. Her cuma Şükrü abiye rakip olacak genç yaşlı bir sürü insan kıraathaneye gelir, onunla satranç oynamak isterdi. Ve muhakkak yenilirlerdi. Kendinden menkul bir oyunculuğu vardı. Hamlesini yapmadan önce su içer gibi elini başına koyar, bir süre düşünür, sonra tüm hamlelerini hızlıca yapardı. Ardından yine elini başına koyar ve rakibine, 'Şah-mat, sen git denizde bat' der ve arkasına yaslanırdı. Uzun zaman kimse yenemedi Şükrü abiyi. Sonra bilmem hangi ustaya çıraklık yapmış bir zibidi çıktı, yendi Şükrü abiyi. Üstelik şov yapar gibi yendi. O olaydan sonra da bir daha satranç oynamadı Şükrü abi. Hatta oyunun yanında konuşulmasını bile yasakladı. Öldüğünde (yalnız yaşardı) evinde binlerce (abartmıyorum) piyon buldular. Siyah beyaz, irili ufaklı piyon taşları evin her tarafına saçılmıştı. Kimse neden böyle bir koleksiyon (ya da biriktirme takıntısı) merakı olduğunu öğrenemedi. Satranç oyununu duyduğumda bu yüzden aklıma hep Hamal Şükrü abi ve binlerce piyonu gelir. Bazı hikâyeler gibi yarım, bazı hikâyeler gibi kimsesiz ve sessiz sedasız...

BİZE ULAŞIN