Örümceğin biri
Dikkatin ona yöneldiğini fark eden örümcek kısa süren bir hareketsizlikten sonra, aynı hızda ağını örmeye devam etti. Sarımtırak ipini tığ işi yapar gibi bir diğerine ekleyip, bir yandan da daha önceden yaptıklarını çözerken oldukça sevimli göründü Zehra'nın gözüne.
"- Alo?
"- Günaydın. Firuze Zehra Ateş ile mi görüşüyorum?"
"- Evet. Buyurun" diye cevapladı aslında hiç de duymak istemediği soruyu.
"- İstanbul Emniyeti Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Şube'den Komiser Yardımcısı Işıl Sezer ben. Bugün saat 13:18'de İstanbul Emniyet Amiri Sayın Fahrettin Akyol ile görüşmek için merkezimize kadar gelebilmeniz mümkün mü acaba Zehra Hanım?
"- Zehra Hanım?"
"- Hm. Evet… Tabii tabii… Gelirim inşallah."
"- Burayı biliyorsunuz zaten. Sizi aldırmamızı arzu eder misiniz bir ekip arabası gönderip?"
"- Gerek yok teşekkür ederim. Kendi aracımla gelirim ben."
"- Peki. Görüşmek üzere o hâlde. İyi günler."
"- İyi günler."
"- Evet. Bu sabah artık kahve içebilirim.
Hm. Saat henüz 09:05. Toplantıya daha dört saat 13 dakika var."
Odasına geri geldiğinde örümceğe takıldı gözü yeniden. Örümcek ağını örmüş, kendini bir anda aşağıya bırakıp, sonra hızlıca yukarıya tırmanıyorken, Zehra'ya adeta çalım atıyordu. Oldukça muntazam görünen ağı şöyle bir süzdü Zehra. Evet, gayet güzel olmuştu. Her biri, bir diğerinden farklı şekillerde olan ama aynı ağ ile aynı elden çıkmış sarıya çalan incecik bir şaheser. Gülümsedi. Örümceği sevmişti.
"- Habibe Hanım! Örümcek ağ örmüş Zehra'nın odasında. Alalım onu oradan!"
"- Sana bir isim bulmalıyız. Bunu düşüneceğim merak etme. Akşama bekle beni" dedi.
Emniyet'in girişinde Zehra'yla karşılaşan Fahrettin amir, bir an irkildi. Nadir bulunan bir kehribarın, geçen zamana rağmen hiç bozmadan içinde barındırdığı eşsiz fosiller gibi, Zehra'nın zarif yüzü, babasına çok benzediğinden olsa gerek, istisnasız her defasında Fahrettin amirin geçmişini de beraberinde getiriyordu.
"- Zeze kızım hiç içeri girmeden gel sen benim araca. Giderken ben sana durumu izah edeyim."
"- Olur, Fahrettin Amca."
Emniyet Amiri Fahrettin, Zehra'nın babası Nihat Beyin yanında yedek subay olarak başladığı görevde, teğmen olarak devam etmiş, Nihat Bey'in vefatından sonra askeriyeden istifa edip, emniyete geçmişti. Her zaman mütebessim, neşeli olan Fahrettin amir bu sabah gergin ve oldukça telaşlıydı. Bu durum Zehra'nın hiç hoşuna gitmedi.
"- Kızım aslında burada görüşecektik ama son anda bir ihbar geldi. Yaklaşık beş yıldır kapatamadığımız bir dosya için sana danışacaktım. Bugüne kadar iki maktulümüz vardı. Yaşları 21-28 arasında değişen başarılı genç kızlar. Bir üçüncüsünden korkuyorduk…"
"- Korktuğunuz başınıza geldi."
"- Maalesef kızım. Sen Amerika'da sıkça buna benzer dosyalarda çalışıyorsun. Geri dönmeden hem bir görüşelim hem de dosyayı sana göstereyim istemiştim."
"- Ama buna gerek kalmadı."
"- Maalesef. Hemen dönmeyi düşünüyor musun?"
"- Hayır. Aslında buraya katillerden ve ölümlerden biraz uzak kalmak için gelmiştim. Ama görünen o ki, katiller benden uzak kalamıyor."
"- Aman kızım o nasıl söz. Neyse bu olay gazetelere düşüp de, insanların huzurunu kaçırmadan, bu adamı bulmalıyız."
Zehra, Amerika'da cinayet masasıyla çalışmış, dolayısıyla katilleri peşine düşen polis amirleri ve detektifleri çokça görmüştü. Ama her zaman kendinden emin, sakin ve etrafındaki herkese güven veren Fahrettin amirin gözlerindeki bu endişe onun için oldukça yeniydi. Canı sıkıldı.
Bir süredir yokuş yukarıya çıkan araç yavaşladı. Geçtikleri topraklı yol oldukça çukurlu ve bozuktu. Burası tahminen Beykoz taraflarında bir tepe olmalıydı. Az ilerisi çok da yüksek olmayan bir uçuruma bakan, tek başına sarhoş olmaya gelen evsizlerin haricinde kimsenin uğramadığı ıssız bir tepe.
Arabadan indiler. Olay yeri inceleme ekibi çoktan gelmiş, etrafta katilden geriye kalan herhangi bir şey bulmaya çalışıyordu. Cesedin başındaki savcı dikkat kesilmiş, adli tıp doktorunun kendisine vermekte olduğu raporu dinliyordu. Hava tahminleri bugünün güneşli ve sıcak olacağını bildirmişti. Aksine, tepede hafif ama soğuk bir rüzgâr esiyor, savcının saçlarını kabartarak havalandırıyordu. Yaşını her ne kadar göstermese de ellilerinde olduğunu tahmin ettiği savcı, Olympos dağındaki tahtında oturan Hera'yı hatırlattı Zehra'ya. Doğru bulmadı bu benzetmeyi sonra. Hera plancı ve kötü niyetliydi ne de olsa.
Fahrettin amir Zehra'nın yanından ayrılıp onların yanına yaklaştı. Ekibinden Feyza olanca ciddiyetiyle amirine olan biteni özetliyordu:
Onların üç adım gerisinde, cesedin yerini bildiren, sarhoşluktan henüz pek de ayılamamış evsiz adamı sorgulayan Murat, her zamanki rahat tavırlarını bir yana bırakmış, cesetle karşılaştığı anı gevrek bir üslup ve gereksizce yüksek sesle anlatan adama sabrediyordu. Yine de zaman zaman adamı kızdırmayı ihmal etmiyordu. En son bu ekiple çalıştığından bu yana çok bir şey değişmişe benzemiyordu pek. Sonradan aralarına bir kişi eklendiğini duymuştu gerçi.
Yavaş adımlarla etrafta dolaşmaya başladı. Tepeye doğru çıkarken hafifçe esen rüzgâr sertleşti iyice. Zehra uzaktan olan biteni izlemeye başladı. Yerde beyaz elbiseli bir kadın yatıyordu. Yüzü yine beyaz bir örtü ile örtülmüştü. Gördüğü manzara aynen bir Monet tablosu gibiydi. Tek farkla ki Monet'in tablolarında ceset olmazdı. Bu da katilin kendi eseriydi. Yoğunlukla beyaz renk kullandığı tablodaki her bir fırça darbesi özenle düşünülmüş ve ustalıkla yapılmıştı. Bunun ilk olmadığı çok belliydi. Genç kadının üstünde belki toprak yoktu ama katil bu kadını gömmüş, eline yerleştirdiği lavantayla saygısını sunmuş, onu geldiği yere geri bırakmıştı; toprağa.
"- Romantik. Ha?"
Zehra arkadan gelen sesten pek belli etmese de irkildi. İster istemez çatılan kaşlarıyla geriye dönüp baktığında, arkasındaki koyu kahverengi gözleri, uzun boyu, birbirine uyumlu oldukça düzgün hatlarıyla 30'lu yaşlarının sonlarında olduğunu tahmin ettiği delikanlının bir adım gerilemesine neden oldu. Elindeki fazla kahveyi uzatıp uzatmamakta tereddüt eden delikanlı ise, bugüne kadar hakkında pek çok şey duyduğu Zehra'nın bu kadar güzel olabileceğini hiç tahmin etmemişti. Ne renkti bu gözler şimdi. Mavi dese mavi değil, gri hiç değil. Menekşe. Daha önce menekşe rengi göz görmediğini fark etti. Fildişinden oyulmuş eşsiz bir bibloyu andıran, keskin hatlarıyla oldukça güzel bir kadın dönmüş ona bakıyordu. Ama oldukça sert bir şekilde. Afallaması bitip de kendine gelince elindeki kahveyi Zehra'ya uzattı. Zehra başını hafifçe öne doğru eğip:
"- Kahvemi içtim ben. Teşekkür ederim" dedi.
"- Sen Zehra olmalısın. Fahrettin amirin Amerika'daki yeğeni". "Amerika'daki" derken bir kinaye mi vardı orada… Kestiremedi Zehra. Kaba olmayan ama mesafeli bir ses tonuyla:
"- Siz de ekibe yeni katılan Burak olmalısınız"
Kibar bir baş hareketiyle Zehra'yı onaylayan delikanlı, yarım bir gülümseme ile konuşmasına devam etti:
"- Burak Karaali."
"- Zehra Ateş. Memnun oldum."
"- Ben de hanımefendi."
Ciddi mi laubali mi, kibar mı kaba mı olduğuna karar veremedi bir türlü Zehra. Tahmin ettiği gibi birisi mi diye düşünecek oldu, sonra herhangi bir tahminde bulunmadığını fark etti. Bir şey demeden geriye dönüp cesedin yanına gitti. Savcı otopsi isteyerek olay mahallinden ayrılmış, olay yeri inceleme ekibi Fahrettin amire bilgi veriyordu. Herhangi bir ize rastlamamışlardı. Etrafında herkes bir şeyler söylüyor, türlü tahminlerde bulunuyorlardı.
Zehra eğildi. Yüzünü cesede yaklaştırdı. Maktulün yüzüne örtülmüş, etrafı iğne oyalı tülbende baktı. Odasındaki örümcek ağı aklına geldi. "Aynı altın sarısı" diye geçirdi içinden. Tülbendi kaldırdı. Genç kadınla göz göze geldi. Donuk koyu kahverengi gözleri bir noktada asılı kalmış gibiydi. Garip bir şekilde mutlu öldüğünü düşündü Zehra. Açık kalan gözlerini kapattı genç kadının. Ayağa kalktı sonra. Fahrettin amir ve ekibi durmuş Zehra'ya bakıyorlardı.
"- Gidebiliriz" dedi.
Murat her an gitmeye hazır bir edayla, heyecan içinde öne doğru atladı:
"- Nereye?" diye sordu. Zehra sakinlikle cevap verdi:
"- Kalem kâğıt alabileceğimiz bir yere. Resim yapacağız."
Devam edecek