Hukuk önünde eşitlik adaleti sağlar mı?
24 Kasım Pazartesi günü nihayete erdirilen davada polis memurunun yargılanmasına gerek olmadığına karar verilmesinin ardından St. Louis başta olmak üzere ülke genelinde birçok şehirde gösteriler düzenlenmeye başlandı.
Yaşanan her cinayetin ardından yıllardır verdikleri eşitlik mücadelesinde aslında hiçbir yere varamadıklarını hisseden ve düşünen siyahi Amerikalılar adalet istemek için sokaklara dökülüyor. Aslında hukuk önünde eşit olmanın onları hiçbir zaman beyaz Amerikalı ile aynı düzeye getiremeyeceğinin farkındalar. Bu yüzden de artık istedikleri onlarla yalnızca hukuk önünde eşit olmak değil, adalet. Adaletin nasıl sağlanacağı ise büyük bir soru işareti olmakla birlikte, en azından eşit olmaktan daha fazla getirisinin olduğu, ayrıca fikirsel ve zihinsel dönüşümü barındırdığı da bir gerçek.
İnsan hakları ve toplumsal kabul noktasından baktığımızda aslında konunun ne denli çetrefilli ve sanıldığı kadar da kabul görmüş olmadığını gösteren en iyi örneklerden biri de 2004 yapımı Crash (Çarpışma) filmidir. Etnik, dinsel ve ırksal farklılıkları ile iç içe geçmiş hayatların aslında nasıl birbiri içine geçemediğinin resmedildiği filmlerden biridir. 2006 yılında kazandığı Oscar ile de başarısını taçlandırmıştır bu anlamda.
Sonrasındaki sahnede de silahlanmanın yasal olduğu bu ülkede silah almaya çalışan İran asıllı bir baba ile kızın silah satıcısıyla aralarında geçen diyaloğu izleriz. Konuştuğu dil Farsça olmasına rağmen bunu Arapça zannedip ona 'Usama' diye seslenen beyaz Amerikalı satıcı aksanıyla dalga geçmeye başlayınca, İran asıllı baba bağırarak o ülkenin vatandaşı olduğunu hatırlatır. İstediği tek şey vatandaşı olduğu, vergilerini ödediği bu ülkede gerçekten bir vatandaş olarak kabul görüp beyaz Amerikalı silah satıcısı ile varlıklarının aynı düzlemde kabul görmesidir. Ama elbette ki beyaz Amerikalı için o daha doğru dürüst İngilizce bile konuşamayan ve onu sinirlendirdiğinde dükkândan yaka paça attırabileceği bir 'ötekidir'. Satıcı bu hareketi asla beyaz bir Amerikalıya yapmaya cüret edemez, yapsa dahi mahkemelik olup cezalandırılacağını bilir. Öte yandan, sonradan vatandaş olmuş bir İran asıllı Amerikalıyı kolayca itip kakabileceğini ve bu işin yanına kar kalacağını da çok iyi bilmektedir. Satıcı bir bakıma İran asıllı Amerikalıya sonradan edindiği vatandaşlığın da, sahip olduğunu zannettiği hakların da onun için bir karşılığının olmadığını söylemektedir. Film bu bağlamda çok güzel, çok farklı örneklere sahip olmakla birlikte, son Ferguson olayları da siyahi Amerikalılara yönelik benzer toplumsal ve hukuki yaklaşımların bugüne gelindiğinde hâlâ varlığını sürdürdüğünü gösterdi.
Filmin en önemli siyahi karakterleri üst düzey polis memuru ve araba hırsızı iki arkadaştır. Biri her şeyin ırkçılık kaynaklı olduğunu savunurken, bir diğeri her defasında mantıklı argümanlarla durumun öyle olmadığını ona açıklar. Buna karşılık aynı şekilde iki beyaz polis memuru da yine iyi polis kötü polis rolündedir. Biri devamlı zencilere ikinci sınıf insan muamelesi yapıp onları aşağılarken, daha genç olan her zaman daha insani bir noktadan yaklaşıp yapılanlardan hoşlanmadığını dile getirir.
Aslında filmin sonunda, başından beri siyahilerin yanında olan ve daha insani yaklaşan polis memuru yolda araba hırsızı gençlerden iyi niyetli olanı arabasına alır. Aralarında hoş bir sohbet varken genç beyaz polis tüm iyi niyetine rağmen yine de tedirgin olur ve siyahi genç cebinden şans getirdiğine inandığı bir azizin biblosunu çıkarmaya çalışırken korkar ve siyahi genci vurur. Her ikisi de filmin başından itibaren iyi niyetle öteki tarafı anlamaya çalışan iki gençken, sonunda ikisinin birbirinin kurbanı olması hem ironik hem de çok acı vericidir.
Bu cinayet aslında toplumsal ön kabullerin, ön yargıların ve zihnen kabul edilememiş ötekilerin asla toplumda asıl ve makbul vatandaş olamayacağının bir örneğiydi. Tüm iyi niyetiyle siyahilerin haklılığını savunurken bile toplumsal ötekileştirmeden etkilenmekten kurtulamamış bir polis bile kendi canının tehlikede olduğunu düşündüğü ilk anda tetiğe basmaktan geri durmamıştı. Peki, psikolojik olarak kendilerini asla güvende hissetmeyen siyahi Amerikalıların, en ufak bir can korkusunda ötekinin hayatını hiçe saymaktan korkmayan beyazlarla bir arada yaşamaya çalışması nasıl bir baskıdır? Birinin hayatı diğerininkinden daha mı kıymetli acaba?
Ferguson olaylarındaki de tam olarak budur. Can güvenliğinden şüphe ettiği için ateş ettiğini söyleyen polis memurunun savunmasının ardından, gencin üzerinde silah olmadığı saptanmıştı. Yani farazi bir korku ile birden çok el ateş ederek kasten adam öldürmüş ama kendisine verilen yetkiler dâhilinde bunu yaptığı için, 'polis bu durumdan ötürü sorgulanamaz' kararı çıkmış ve soruşturma yapılmasına bile gerek duyulmamıştı. Ama bu gencin öldürülmesinin ardından, kendilerinin de her an bu kadar kolay ve sebepsiz öldürülebileceklerine inanan siyahi Amerikalıların bu kararı olumlu karşılayıp, olay çıkarmadan unutmaları isteniyordu. Çünkü hukuk karşısında eşit vatandaşlık aslında onlara hiçbir zaman adalet sözü vermemişti, ya da verememişti.
Kararın açıklanmasının ardından birçok şehirde eylemler başladı, özellikle St. Louis kentinde güvenlik önlemleri artırıldı. Halk bu haksız cinayetin en azından yargılanmasını ve bir karşılık bulmasını isterken, yetkililer olayların zararsız bir şekilde bitmesi gerektiği noktasında uyarılarda bulunmaktan öteye geçmediler.
Ferguson kararı bir kez daha gösterdi ki; insanların birinin diğerine üstünlük sağlamadan ve birbirlerini ötekileştirmeden yaşayabilmesinin yolu hukuksal eşitlik değil, toplumsal zihin değişimleri ve ön kabullerin yıkılması ile birlikte adil olabilme kaygısının bir arada olmasıdır. Adaletin tam olarak nasıl sağlanabileceğine dair kesin yargılar henüz oluşmamış dahi olsa, en azından artık bir yerlerden başlanıp yeni tartışmalar ekseninde, bir arada daha adaletli bir şekilde yaşamanın yolları araştırılmaya başlanmalı.