Bir kalbi daha olan adam: Nuri Pakdil
Doğum tarihini İstanbul'un fethedildiği 29 Mayıs olarak belirlemişti. İstanbul onun sevdasıydı, çünkü Peygamber-i Ekber'in fethini müjdelediği şehirdi. Kudüs onun kalbinin üstüne örtülü bir tül gibiydi çünkü yine hayatının merkez noktasındaki insan olan Hz. Muhammed'in miraca yükselişinin yeryüzündeki son basamağıydı.
Hadi itiraf edelim Nuri Pakdil deyince, ilk aklımıza gelen ne yazık ki onun klas duruşu değil. Ancak bu tam olarak bizim onun seviyesine asla çıkamayışımızdan… Nuri Pakdil'in yapıp ettikleri, inancı, o "klas duruşu", büyüsüne ve akışına kapıldığımız yeni nesil çakma hayatlarımızın içinden daha çok bir çocuk saflığı olarak görünüyor. Bu yüzden ağzımızın kenarıyla onu sahiplendiğimizi iddia ederken, aslında her birimiz onu bir an önce unutmanın yollarını arıyoruz.
Belki de inandığımızı iddia ettiğimiz ilkeleri inkâr eden yaşantılarımızı yüzümüze çarpan, bizi hâl-i pür melalimizle yüzleştiren bir adam olmasıdır onu bu kadar görmezden gelişimiz, unutuşumuz.
Ama her ne kadar inkâr etsek de çoğumuzun üzeri tozlanmış yıllanmış, yıpranmış ilk gençliği, ilk soruları, ilk cevapları, herkes gitse bir gün sığınacağı, bu yüzden büyürken hep bizimle beraber gelen, her şey değişse bir gün, bayağılaşsa, yüzeysel hâle gelse, hamasileşse, sahteleşse de hiç değişmeyecek olan anlamlardır Nuri Pakdil...
Dünyalık hırslarla dolu hayatlarımız, boş vermişliğimiz, kaygısızlığımız ya da samimiyetsiz inançlı hâllerimiz içinde bu durumu itiraf etmek zor biliyorum; tam da böyle bir buharlaşma içinde ilk gençliğimize sahip çıkmak çok zor.
Nuri Pakdil deyince içimde Pir Sultan Abdal'ın "Geçti dost kervanı, eyleme beni" mısraları çalıyor Barış Manço'nun sesinden… Çünkü o, büyük bir dostluk halesinin belki de geriye kalan son neferiydi.
Bizler o büyük haleyi kaybediyor gibiyiz. Büyük bir dostluk halesi… Dava dostluğu, ahretlik denilen o yol arkadaşlığı halesinin son neferlerini bir bir kaybediyoruz. Geçtiğimiz günlerde o dostluk halesinin son kalelerinden sevgili Nuri Pakdil'i de ebediyete uğurladık…
Sevdi mi, hep çok sevdi
Böyle güzel adamların ardından bakakaldığımız günlere bu yüzden en çok "Geçti dost kervanı, eyleme beni…" mısraları yakışıyor… "Bu ayrılık bana ölümden beter, geçti dost kervanı, eyleme beni…"
"Ölüm Allah'ın emri, şu ayrılık olmasa" derler ya, belki de güzel adamların ardından bakakaldığımızda en çok kendi çaresizliğimiz, kimsesizliğimiz, gitgide kaybolan dostluk halesi ve onun son neferlerini uğurlamanın vermiş olduğu yalnızlığımızdır.
Ayrılık tam da bu dostluktan ayrılıktır. Fethi Gemuhluoğlu'nun dostluğu… Peygamber-i Ekber'in yatağında ölüm pahasına yatıran dostluk, Şah-ı Velayet… Emanete zarar gelmesin diye mağarada deliğe tıkadığı ayağından yılan sokan Ebu Bekir'in dostluğu…
İnsana dostluk, fikre dostluk, coğrafyaya dostluk, komşuya dostluk, ümide dostluk, zahire ve batına dostluk… En nihayetinde Peygambere, Hakk'a ve yola dostluk… Onlar böyle bir dostluk halesinin neferleriydi, Nuri Pakdil'se o neferlerin son yumruğu. Bir yumruk hiddetinde, özgüveninde, kararlılığında, sahiciliğinde yaşadı ömrünü. Her şeyiyle tutarlı, her şeyiyle adanmış, her şeyiyle bütün bir dostluk timsali.
"Ben bir şeyi hiç mi hiç az sevemedim. Hele orta hiç sevemedim. Hep çok sevdim. Arkadaşlarımı da severim. Yeryüzüne biterim. Eve portakal aldığımda kasayla alırım. Dayanamayanlar çürür" derken de, aslında bir yumruk coşkusu ve hiddetinde yaşadığı ömrünü yine en iyi kendisi özetliyordu. Çağın hızında, kargaşasında izi kaybolan, belli belirsiz anlarda görünen bir yolun son yolcusu Nuri Pakdil, 1934'te Maraş'ta dünyaya geldiği andan, ahirete göç ettiği ve dosta kavuştuğu 18 Ekim 2019 gününe kadar tavizsiz bir İslamlık örneği olarak yaşadı. Belki de ona bu özgüvenin ilk tohumlarını atan, anne babasının resmi eğitime olan mesafeli ve kuşkulu yaklaşımıydı. Bu refleks, evde önce İslam öğretileriyle tanışması, önce İslam kaynaklarını okumayı öğrenmesini sağladı. Böylece daha sonra üzerine derin bir tedrisat geçireceği Batı kaynakları karşısında hiç kafası karışmadı. Kendinden hep emindi.
Gelecek nesillere meşale rolü
Ortaokulda yazıları ve şiirleriyle tanıştığı Necip Fazıl, yaşıtlarında olduğu gibi onun fikir dünyasında da büyük tesirler yaratmıştı. Bu duygu ve düşüncelerle lisede arkadaşlarıyla birlikte Hamle dergisini çıkardı. Bu dergiler, daha sonra onların ardından gelecek olan nesiller için de bir meşale rolü üstlenecekti.
Nuri Pakdil'in hayatı boyunca içinde bulunduğu her hareketin birer öncü hareket hâline gelmesi onun kendinden emin Müslümanlığından geliyordu. Müslümanca yaşıyor, Müslümanca yazıyordu. Hayatının en küçük detayları bile Müslüman saatine ayarlıydı. Örneğin doğum tarihini İstanbul'un fethedildiği 29 Mayıs olarak belirlemişti. İstanbul onun sevdasıydı, çünkü Peygamber-i Ekber'in fethini müjdelediği şehirdi.
Kudüs onun kalbinin üstüne örtülü bir tül gibiydi, çünkü yine hayatının merkez noktasındaki insan olan Hz. Muhammed'in miraca yükselişinin yeryüzündeki son basamağıydı. Sonra Mekke, Medine onun kalbiydi çünkü mübarek peygamberin ömrünü geçirdiği, ayak izlerinin bulunduğu şehirlerdi. İşte Nuri Pakdil İslam'a, Hakk'a ve Peygamber'e böylesine bağlı, saati onlara böylesine ayarlanmış bir adamdı. Bu nedenle yaşadığı hayat da şek ve şüphesiz, duru ve yalındı. Üniversite yıllarında çok sevdiği İstanbul'una kavuştu, hukuk fakültesini bitirdi. Ama bu yılları kendisini yazmaktan uzaklaştıran "yılan" yıllar olarak tanımladı. Bu dönemde kendi içinde büyük muharebeler içerisindeydi. 1960'ların ideolojik çatışma ortamında kendi dünyasına çekilen Nuri Pakdil, bu yıllarda bitirmekle yükümlü olduğu hukuk fakültesinde asla benimsemediği yasaları ezberlemek zorunda kaldı. Ama resmi ideolojinin öğretileriyle hiçbir zaman barışmadı. Nitekim avukatlık stajını tamamladıktan sonra da bir daha mesleğe dönmedi. Askerliğinin ardından 1964 yılında önce haftalık Yeni İstiklal gazetesinin kültür sanat editörlüğünü üstlendi. 1965'te Ankara'ya taşındı ve burada Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalıştı.
"Yedi Güzel Adam"dan biri
Maraş Lisesi'nden dostları olan Akif İnan, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören'le Ankara'da yeniden bir araya gelen Pakdil, 1969 yılında edebiyat ve düşünce alanında yeni bir soluk olacağına inandığı Edebiyat dergisini çıkarmaya başladı. O yıllarda çıkmakta olan Sezai Karakoç'un Diriliş'i ve Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su yanına eklenerek büyük dostluk halesinin bir zinciri oldular. Daha sonra Zarifoğlu'nun "Yedi Güzel Adam" olarak tanımlayacağı Edebiyat dergisi ekibi, 1984'e kadar çıkmaya devam eden dergiyle ve buradan doğan yayıneviyle edebiyat ve kültür alanlarında yaşanan yabancılaşmaya karşı devrimci bir duruş sergiledi. Birbirlerine çok bağlılardı. Dertleri sevinçleri ortaktı. Varları yoklarıyla tek gayeleri İslami bir duruşla kültür hayatında var olmaktı. Pakdil, tam da bu ülkü birliğinin "güzellik" getirdiğine inanıyordu.
Yazmak, onun için uzun bir yürüyüşe başlamaktı. Bu yürüyüşte 1984 yılına kadar 45 eser kaleme aldı ve yayınladı, 1984'te bu uzun yolculuğa bir müddet ara verdi ve kendi içine döndü. 1997'de ise sessizliğini Sükut Suretinde'yle bozdu ve 2005 yılına kadar eserler yayınlamaya devam etti. Tüm yazı hayatı boyunca yaşadığından başkasını yazmadı. Batı Notları, Anneler ve Kudüsler, Edebiyat Kulesi, Bağlanma gibi pek çok eseriyle kültür sanat ve edebiyat dünyasında Müslümanca bir bakış nasıl geliştirilir sorusunun yanıtlarını aradı. Modernleşme ve Batı kültürüyle tanışmanın kaçınılmaz olduğuna, bu tanışmanın bir tür yenilenmeye yarayacağına inandı ama günün sonunda herkese "evinize dönün" çağrısı yaptı.
Ona göre İslam, insanlığın yegâne eviydi. Bütün ömrü boyunca, Müslüman özgüvenini hiç yitirmedi, bu özgüvenle değişen dünyada yeni bir dil oluşturmanın mücadelesini verdi. O, kutsal inadıyla, yaşadığımız çağın "bir kalbi daha olan" adamıydı. İslam davasının bir araya getirdiği büyük dostluk halesinde "klas" ve "devrimci" bir duruş bırakarak ebedi dostluk halesine intikal etti. Ruhu şad olsun…