Temmuz 2018 | Editör Yazısı
Hafızamızı yaşadığımız ülkeden, coğrafyadan, iklimden bağımsız düşünemeyiz. Biz bu toprakların hafızasına aitiz. Hafıza dediğimizde doğal olarak bir aidiyet duygusu da çıkıyor ortaya. Hafızamda bulunan bilgilere, o bilgileri besleyen sesler, kokular, renkler de eşlik ediyor böylece.
Yeşil dediğimde aklıma gelenlerle sizin aklınıza gelenler bir değil. Bülbülün sesini tarif edebilir misiniz bana? Mavi dediğimde bir renk elbette beliriyor aklımızda ama ya Prusya mavisi desem ne gelir aklınıza? Portakalın tadını nasıl anlatırım, ördeğin ötüşünü, leylağın bükülüşünü, gülün açışını… Hadi sevinci anlatabildim diyelim, ya acıyı?
Dikkat ediyorsanız bizi etkisizleştirmek isteyenler önce hafızamıza göz dikiyorlar çünkü çok iyi biliyorlar ki hafızamızı ele geçirirlerse eğer bizden geriye hiçbir şey kalmayacak. Tam da bu yüzden, hafızamızla tarih ilgimiz arasında derin bir bağ, sonsuz bir anlaşma var. Tarihten ayıklayacağımız imgeler çok önemli. Evet, lütfen hafızamızı diri tutalım. Bizim unuttuğumuz yerde onlar hatırlıyorlar ve o zaman karşılaştığımız sonuçlar da hiç iyi olmuyor.
Malazgirt'ten girişimiz, Osman beyin eliyle diktiği çınar, Yunus'un nefesi, Fatih'in kadırgaları, Itri'nin tekbiri, Süleymaniye'nin taşı, Ayasofya'nın efsunlu görüntüsü, Şeyh Galip'in Galata Mevlevihanesi'ndeki huzurlu mezarı, Mehmet Akif'in sabrı, Necip Fazıl'ın çilesi… Bizim ait olduğumuz, bize ait olan isimler, yapılar, sesler… Bizim bu topraklara, bu toprakların bize borçlu olduğu şey... Hafıza, bazen iyi bir arkadaş; bazen de büyük bir düşman.