Haziran 2018 | Editör Yazısı
Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında derin bir ilgi, kopmaz bir bağ var. Fakat artık hepimiz bir tür hız göstergesi takmış gibiyiz. O kadar çabuk hareket ediyoruz ki, nasıl yavaşlayacağımızı bile hızlıca öğrenmek istiyoruz.
Beğenilerin yerini arzular; düşünmenin yerini ani etkilenmeler aldı sonunda. Bizim beğenimize sunulmayacak kadar kötü yorumlanmış filmler, şiirler, sanat eserleri arasında biz sadece bir takip ediciye dönüştük. Hayallerin bize gösterildiği kadarına tavız, gerisini öğrenmek içinse ya zamanımız ya da paramız yetmiyor.
Sürekli olarak bir şeyleri kendine yetiremeyen insanlara dönüştük. Hızla tuşluyoruz, hooppp ileri sarıyoruz filmi, şarkının o satırını atlıyoruz çünkü ayrıntılarda boğulacak vaktimiz yok. Hızlı okuma kursları revaçta, işyerimizin hemen yanındaki spor salonuna koşa koşa gidiyoruz. Benim hızımla senin yavaşlığın arasındaki enerji, bir çatışma alanı oldu. CV'lerde asla çalışmadığımız bir sürü işin deneyimi yazılı duruyor; sanki deneyim bir iki yılda kazanılan bir şeymiş gibi…
Büyük düşünürlerin birçoğu tam da bu yüzden bize durmayı, ağır ağır yavaşlamayı tavsiye etmişlerdir: Üç problem çözeceğine, üç kez gökyüzüne bak mesela…
Oysa biz teknolojiden faydalanan, sürdürülebilir kentlerin insanıyız, tek sürdüremediğimiz şey kaldı, o da hayatımız. Hızımız arttıkça özgürlüğümüzü yitirdik, özümüzün gürlüğünü…
Ağaçların büyümesindeki esrar, bir çiçeğin açmasındaki kimya, gökyüzünün o baş döndüren hüneri, denizin durup coşmasındaki kehkeşan, yıldızlı gecelerin sonsuz kozmosu… İçin bile en azından durup soralım kendimize, nereye bu gidiş?