Tanpınar’ın hafızası geçmişe değil şimdiye aittir
I
Tanpınar'ın durmaksızın "hatırlayan" edebiyatında hafıza, toplumsal bir denge arayışına hizmet eder gibi görünse de aslında tamamen modern bireyin huzuruna adanmış "beyhude" bir çabayı anlatır. Huzur romanının ardından Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü yazmasaydı, Tanpınar'ın da "beyhudeliğin" farkında olduğunu bu kadar rahat söyleyemeyecektik çünkü Huzur'daki hatırlama ve biriktirme gayretine karşı acı bir gülümseme olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü, hafızasızlığın ve unutuşun kitabıdır.
II
Tanpınar 1901'de, "asrın kapısında", kendi ifadesiyle "mahkûm bir neslin" çocuklarından biri olarak dünyaya gelir (Yahya Kemal). Varoluşunu böylesine keskin bir zaman ve kader bilinciyle başlatan Tanpınar'ın, hafıza ve hatırlama kavramlarıyla durmaksızın meşgul olması boşuna değildir. Bütün romanlarında kalemini hafızanın bahçesinde ve rüyaların alacakaranlığında dolaştırıp durmuştur. Peki, nedir aradığı? Beş Şehir'de kendisine sorduğu soruyu tekrarlarsak, geçmiş onu neden bir kuyu gibi içine çekmektedir?
III
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, şimdiye kadar bu topraklarda zamanın değiştiğini Tanpınar ve kuşağından daha derin hisseden olmamıştır. Bir imparatorluk rejimine doğmuş, bu sisteme ait kültür ve eğitim kurumlarından geçerek yetişmiş, sonrasında geçmişe ait ne varsa unutmaları ve yepyeni bir ülke kurmaları gerekmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin modernleşme modelini benimsemek, eskiyi tamamen bırakıp yeniye adapte olmak bu "mahkûm neslin" payına düşmüştür. Edebiyatımızda kültür, kimlik ve zaman üzerinde en çok bu kuşaktan yazarların durması tesadüf olmasa gerek. "Yeni"nin her ne olursa olsun kutsandığı dönemde, hafızayı bir varoluş toprağı gibi işlemek, geçmişten "seçilen" tohumlardan "yeni bir hayat şekli" yeşertmek için kafa yormak, Tanpınar ve kuşağı için sadece bir "estetik tercih" değildi şüphesiz.
IV
Hafıza ve hatırlama kelimeleri, yarattıkları çağrışımın aksine, geçmişe değil şimdiye aittir. Hafıza, bize nasıl yaşamamız gerektiğini her an hatırlatarak hayatta kalmamızı sağlar. Toplumlar için de durum farklı değil. Demans (bunama) hastalarının günlük hayatlarının felce uğraması gibi, geçmişle bağını koparmış toplumların da kimlik ve aidiyet sorunlarıyla uğraşması kaçınılmazlaşır. En azından Türkiye'nin son 200 yılına bakarak bunu söylemek mümkün. "Tanzimat'tan beri itiyad edindiğimiz görüş tarzı bizi kendi tarihimizden uzaklaştırmış yahut bizi ona hiçbir şeyi layıkıyla göremeyeceğimiz bir gözle bakmaya alıştırmıştı" diyor, Tanpınar. Kısacası, "historicite denen şeyi, tarihiliği, fert için olduğu kadar, milli hayat için de çok lüzumlu ve zaruri olan ve hepimizi bir ağacın kökleri gibi asırların içinden doğru besleyen düşünceyi kaybetmiştik."
Cumhuriyet öncesinde başlayan bu sancıları anlatırken, "zaman ve hadiselerin okyanusunda, birtakım isimlere ve müphem duygulara, müphem hatıralara tutunarak, dövüşerek yüzüyorduk" (Yahya Kemal) diyen Tanpınar, "yüzmek" kelimesini özellikle kullandığını, bununla açık denizde gideceği yönü bulamayan bir insanın tedirginliğini vurgulamak istediğini söyler. Yahya Kemal, bu arayış sürecinde gelişigüzel kulaç atan gence, çıkması gereken sahili işaret etmiştir. Onun liderliğinde, 1921'de yayıma başlayan Dergâh dergisinin düşünce kaynakları oluşturulurken, özellikle Fransız filozof Bergson'un referans alınması önemlidir. "Kültürel hafıza"yı canlandırmaya çalışan Dergâhçılar için Bergson'un "süre" kavramı, son derece elverişli bir zemin oluşturur. Geçmişi günün ihtiyaçlarına göre yorumlamak ve yaratıcı bir unsur halinde hayata katmak düşüncesi Tanpınar'ın zihnine bu günlerde yerleşir.
V
1923'te üniversiteden mezun olduktan sonraki 10 yılını Anadolu'da öğretmenlik yaparak geçiren Tanpınar İstanbul'a döndüğünde, genç Cumhuriyet de modernleşme projesini enikonu tamamlamış, ülke bütün kurumlarıyla yeniden inşa edilmişti. Tanzimat'tan beri bir "ideal" olarak sürdürülen Batı modelli modernleşmede ilk defa radikal bir hamle yapılmış ve eski-yeni ikiliği, yeninin mutlak zaferiyle bozulmuştu. Ancak geride bırakılana razı gelmeyenler, bu kopuşu köksüzlük ve kimlik kaybı olarak görenler ve insanlara bir şeyin geleceği olduğu kadar, başka bir şeyin de geçmişi olduğunu fark ettirmek için tarihsel bağlanmayı inşa etmek gerektiğini düşünenler de vardı. Bu görüşün en etkili temsilcilerinden olan Tanpınar, modernleşme projesine muhalefet etmemekle birlikte, "yeni yaşama şekilleri" tasarlanırken bireyin geçmişine ve kültürüne yabancılaştırılmasına karşı çıkıyor, bunun bireydeki yaşantı deneyimini zayıflatacağını ve kişiyi başa çıkamayacağı bir boşluğa düşüreceğini ileri sürüyordu. Düşünce sistematiğindeki "süreklilik" kavramı açısından Tanpınar, eski kültürden kopuşun yaratacağı boşluğu çabuk fark etmiş, bu kaynaklardan bilinçli bir şekilde zevk alma ve yararlanma yollarını aramıştı.
VI
Tanpınar'ın eski kültüre bağlılığı, sağlıklı bir yetişkin olabilmek için ebeveynimizle barışık büyümemize benzer. Burada esas olan, ailemizin mükemmelliği değil, onunla kurduğumuz iyi ilişkidir. Bu ilişkinin kesilmesi, "iç"in boşaltılması, gelecekte mutsuz bireylerden oluşmuş bir toplumla sonuçlanacaktır. Modern yaşantının öne çıkardığının aksine insan sadece evi, kıyafeti ve gündelik hayatından ibaret değildir, bir geçmişi ve "iç dünya"sı da vardır. Bu alanı bir tahtayı silip temizler gibi düzenlemek, bünyesinde taşıdığı değerlerini yok saymak hem haksızlıktır hem de imkânsız. Çünkü "Mazi daima mevcuttur." Çünkü "kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz" (Beş Şehir). Çünkü "maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder." Bu nedenle geçmişimizi de "terkibin içine ister istemez sokacağız." Çünkü "o, kendisinden gelmemiz lâzım gelen bir şeydir" ve biz "bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız" (Huzur).
Cümlenin sonundaki "...bir vehim de olsa muhtacız" ifadesi Tanpınar'ın geçmişe bakışını doğru anlayabilmemiz için önemlidir. Tanpınar, devamlılığı ve bütünlüğü, "yaratmak gerektiği" düşüncesindedir. Bu nedenle onun hafıza bahçesi tabii bir gelişmenin ürünü değildir. Çoraklaşmış bir toprağa, özenle ve bilinçle seçilmiş tohumların ekildiği, hassas bakım gerektiren bir seraya benzetilebilir belki.
VII
Tanpınar'ın teklifi, suni bir yolla bile olsa, başta mimari, müzik ve edebiyat olmak üzere hafızayı eski kültüre bağlamak, bireyde bir bütünün süregelen parçası olduğu duygusunu yaratmaktır. Tanpınar bu anlamda Huzur'da Mümtaz'ın söylediği gibi "bir çöküşün esteti" değildir; amacı "bu çöküşte yaşayan şeyleri" aramaktır; günün içinde sürgün verebilecek kurumamış kökler bulmak ister. Başka bir deyişle, Aydaki Kadın romanında Selim için söylediği gibi, "doğrudan doğruya bugüne bağlı bir geçmiş zaman"ın, yani "birikme" dediğimiz büyüleyici gücün peşindedir. Bu nedenle Tanpınar, geleneksel kültürü reddetmek yerine, mirası ayıklamak ve işe yarar malzemeyi yeni binada kullanmak taraftarıdır. Bir batık gemi olan geçmişten kurtarılacak her "değerli" parça, kuşakları birbirine ekleyen sağlam bir halka işlevi görecektir. "Tarih, sanat eserleri, gelenekler, hepsi cemiyetin süreklilik şuurudur" (Yaşadığım Gibi) ona göre. Sürekliliği sağlayacak boşlukları doldurmak ise ancak "hatırlamak"la mümkündür. Boş hafızanın harekete geçebilmesi mümkün olmadığına göre, birikimin kuşaktan kuşağa ulaşması gerekir.
Birer "hafıza mekânı" olarak edebiyat, mimari, müzik ve şehir bu nedenle çok önemlidir. Mesela, yüzyıllar içinde etrafını dalga dalga saran büyülü atmosfer olmasa, Süleymaniye Camii'ne sadece görkemli bir yapı olarak bakabilirdik, diyor Tanpınar. Oysa bugün onu şiirlerin, hikâyelerin eşliğinde ve hatırlamanın zevkiyle seyrettikçe devreye giren "devam" bilinci, yaşantımızı başka türlü zenginleştirmektedir. Kısacası, Tanpınar'ın peşine düştüğü "geçmiş", 'şimdi'deki insanın iç dünyasını genişletecek deneyim zenginliği için gereklidir. Modern insan yalnızlığını, parçalanmışlığını ve ölüm korkusunu ancak böyle bir aidiyet ve süreklilik bilinciyle aşabilir.
VIII
Ancak asıl sorun kültürel bunamaya uğramış bireyin bunu nasıl yapacağı, yani "mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağı"dır (Beş Şehir). Tanpınar, bütün eserlerinde "en çetin realitemiz" (Huzur) dediği bu konuyu işler. Onu Cumhuriyet'in entelektüel çevreleriyle zaman zaman çatışır hale getiren de geçmişin kültür malzemesine verdiği bu değerdir. Oysa Tanpınar'ın önerdiği toplumsal hafıza ne hamasi bir milliyetçiliğin ne de gözü yaşlı bir nostaljinin beklentisine cevap verir; o sadece modern zamanların yalnız ve huzursuz bireyine sığınabileceği bir liman göstermenin peşindedir. Herkesin geçmişine ihtiyacı vardır. "Ben bir oluşun parçası, yarın ortaya geçecek son halkasıyım" diyebilmek, zaman ve ölüm karşısında kişiyi güçlendirir. Bu da ancak "zinciri tanımak"la, (Yaşadığım Gibi) yani dolu bir hafızayla ve onu harekete geçirecek işaretlere hayatımızda yer vermekle mümkündür.
IX
Modern birey için kültürel hafızanın tazelenmesi gayret ve çabaya muhtaçtır. Nuran'ın ve Mümtaz'ın Dede Efendi'yi tanıma ve sevme tarzlarının aynı olmaması da bu nedenledir. Nuran'ın, "aile mirasıdır, içine doğmuşum" dediği ve tabii bir bağlanmayla içselleştirdiği müzik, Mümtaz için cehdle elde edilen, topladığı plaklardan öğrenilen, kafa yorulan, hayata katmak için uğraşılan bir zenginliktir. Romanda Nuran'ı 30'ların modern kadını, Mümtaz'ı "yedi asrın ölüsüyle meşgul" bir maziperest olarak okumamıza aldanmayalım. Asıl "huzursuz modern", iç dünyasını geçmişten topladığı parçalarla bütünleştirmeye çalışan Mümtaz'dır. Hatırlayan özne odur. Nuran'ın geçmişle ilgisi yoktur, İstanbul'u bile tanımadan yaşar.
Mümtaz, İstanbul'daki her adımı "hatırlaya hatırlaya kendimizi yaratmak" (Yaşadığım Gibi) cümlesini gerçekleştirmek için atar. Hatırlamak için hafızaya sonsuz imkânlar sunan İstanbul, bu potansiyeliyle bir tür "ruh mimarı"dır (Yaşadığım Gibi). Bu nedenle Tanpınar için üzerinde zamanın biriktiği mekânların kaybı kültürel demansın ilk belirtisidir. Gidenin yerine gelecek yeni, ne kadar gösterişli olsa bile sürekliliğin doyumunu, hatırlamanın hazzını veremeyeceği için eksik kalacaktır. Yeni dikilmiş bir ağaç, "babalarımızın altında oturdukları, zamanın kutladığı ağaç olamaz" çünkü. (Yaşadığım Gibi)
X
Hafıza ve hatırlamak, Tanpınar için sadece kültürel değil poetik anlamda da önemli bir konudur. Geçmişte kalanı, kaybolup gideni rüya ve hatırlayış yoluyla geri çağırmak, Tanpınar sanatının karakteristiğidir. Onun bütün romanlarında anlatıcı konumundaki erkekler, geçmişi hatırlayarak yaşadıkları zamanı genişletmek, parçalanmış hayatlarını aşk ve sanatın etrafında toplayarak bütünleştirmek için çaba gösterirler.
Ne var ki, sürekliliğe ve bütünlüğe bunca değer veren, denemeden romana, öyküden makaleye her yazısında hafıza bahçesini diri tutmaya çalışan, böylece kültürel devamlılığın önemine dikkat çekmek isteyen Tanpınar, aslında modern insan için bunun "beyhude" bir çaba olduğunun da farkındadır. Zincir ebediyen kopmuştur. Huzur ve bütünlük duygusu, belki ancak sonsuzluk vehmi yaratan bazı deneyim anlarında yaşanabilir; mesela Dede Efendi'yi dinlerken Mümtaz'ın içinde canlanan ağaç gibi duyumsanabilir. Modern zamanlarda ne hayat ne eşya bütündür artık. Huzur'da Suat'ın söylediği gibi, "bütünlük insan kafasının vehmidir." Bu gerçeği kabullenmekten ve teselli için sanata sığınmaktan başka yol yoktur. Dopdolu bir hafıza bahçesi olarak Tanpınar edebiyatı da bu anlamda modern birey için büyük bir sığınak işlevi görür.