Trafik ışıklarında Suriyeli çocuklar
Her yere arabayla gitmek ister ama trafik de olmasın der, 100 daireli binalarda oturur ama kalabalıktan sürekli şikâyet eder. Zaten evinin, sokağının, semtinin dışında olanlara gözü kapalıdır, şehrinin dışında biraz uzak şehirlerde olan bitenle hele hiç ilgilenmez.
Orta sınıfın mutluluğunu kim istemez?
Gıcır evini kilitleyip gitmek, her zaman park ettiği yerden arabasına binmek, şehrin işlek yerlerini birbirine bağlayan bu güzergâh üzerinde hiçbir çirkinlik görmeden çocukların okuluna gitmek, akşam dönerken çok sevdikleri hazır yemeği almak, hafta sonu AVM'ye gitmek ve akşamları maaile dizi izlemek ister…
Ama işte garip bir varlıktır şehir insanı... Bir şey gözüne 'görünür' olmadıkça asla görmek istemez. Hak mücadelesini ancak kendi refahının kaçtığı sınırlarda yürütür. Yanı başımızda çıkan yangınlar, yıllarca süren haksız-hukuksuz işgaller, sınır kapılarına yığılmış milyonlarca insan, şehir insanlarını elbette ilgilendirmeyecektir. Asıl olan, etrafta bir çarpıklık bir bozukluk olmamasıdır. İşte dört yıldır süren savaş sonunda sınırlarımıza yığılıp yurtlarından olan milyonlarca insanı 'Suriye'ye geri gönderme' sözü, ana muhalefet partisi CHP'nin seçim vaatlerine şehrin 'beyaz hassasiyetlerini' rahatlatmak amacıyla girdi.
Zira saatlerce yürüyerek sırtlarındaki günlük esvapları ile canını kurtaran, milyonlara ulaştıktan ve doğu sınırlarından Türkiye'ye girerek büyükşehirlere taşıp ancak görünür olduktan sonra şehir sakinlerinin dikkatini çekti Suriyeliler… Ancak bir tehdit unsuru olarak tabii…
Sokaklarda dilenen Suriyelileri görerek bütün Suriyelilerin dilendiğini zanneden şehir insanları her zamanki gibi bu meseleyi de derinlemesine anlamaktan çok uzaklar. Yıllarca Kürtlerin yaşadığı bölgelere operasyon yapan uçakların aslında tam olarak neyi vurduğunu sorgulamayanlar, bugün de sanki Finlandiya coğrafyasında yaşıyormuşçasına güvenlik bunalımına girip 'coğrafi çekinceler' oluşturuyorlar.
Özellikle trafik ışıklarındaki Suriyelilerden bahsedenlere dikkat edin, onlar işte gerçekliğin ayaklarına gelmesini bekleyenler! Ve maalesef çoğunlukla Türkiyeli kültürüne has olmayan ucube bir üst kültürün, lüksün, güvenli yaşama arzusunun ama bir o kadar hodbinliğin ve kabalığın temsilcileri…
Suriyeli Çocuklar Trafik Işıklarından önce neredeydi?
Türkiye, 70'lerde Almanya'ya, Avrupa'ya verdiği göçlerden sonra bir daha bu kadar büyük oranda göç vermedi. Hatta Bulgaristan sorunu, Körfez Savaşı gibi bölgesel krizlerde 400-500 bin civarında göçmen aldık. İran devriminden sonra ve İran-Irak savaşında ise İranlılar için transit ülke olduk. 5 yıl öncesine kadar büyüyerek G20 ülkeleri arasına giren ve dünyanın 17'nci büyük ülkesi olan ülkemiz hâlâ göç güzergâhı için transit ülke idi. Ta ki, Mart 2011'e kadar… Suriye'de bu tarihte başlayan isyanın hemen arkasından ilk kitlesel göçler başladı. Türkiye'nin bu dönemde sistemli bir kitlesel ilticayı karşılayabilecek herhangi bir hukuki, sosyal ve ekonomik alt yapısı ve bu alanda tecrübesi yoktu.
Zaten Suriye'yi ilk terk edenler üst gelir grubuna ait kimselerdi. Çoğu mal mülk sahibi olmakla birlikte kültürel olarak Batı ile de ilişkisi olan Suriyeliler, kısmen daha kolay göçmen kabul eden Kanada, Dubai veya Katar gibi ülkeleri seçtiler. O dönemde üst gelir grubunun birinci tercihi Türkiye değildi.
Dil bilen, pasaportu olan bu ilk göçmen taifesi gittikleri ülkeleri genellikle geçici ikamet yeri olarak seçmişlerdi ve uluslararası finans merkezlerinde tuttukları mal varlıkları ile geçiniyorlardı. Bir gün geri dönmek umudunun yüksek olduğu, Batılı veya uzak ülke tecrübesi/bağlantısı olmayan Suriyelilerse öncelikle Lübnan'ı seçtiler. Türkiye'ye göre çok küçük ve sınırlı imkânları bulunan Lübnan'ın tercih sebebi, Suriyelilerin burada kolayca mülteci statüsünü alarak BM denetimine girmesi ve çok daha önemlisi Lübnan'da Arapça konuşuluyor olmasıydı. İltica etmiş insanların en büyük sorunlarından biri olan 'dil sorunu' Lübnan için bulunmuyordu.
Kriz büyüdükçe Türkiye'ye ilk girişler genellikle karayolu üzerinden araçlar ile oldu. Daha sonra yanında yüklü miktar menkul de getiren orta alt sınıflar Türkiye'ye girmeye başladı. Hükümet, savaşın ne kadar süreceğini kestiremiyor ve alt yapısı ve idari mekanizmaları bu büyük kitleyi yönetmek için yeterli bulunmuyordu. Esed'in gideceğine ve savaşın çok sürmeyeceğine dair kuvvetli bir inanç vardı.
Lakin kritik eşik olan 100 bin mülteci, aynı yıl içinde aşıldı ve dört sene içerisinde iki milyonu buldu. Şu günlerde Suriye'nin neredeyse boşalması ile göç durmuş gözükse de muhaliflerin gerilemesi veya Halep gibi bir şehrin rejimin eline geçmesi tehlikesi karşısında tekrar yüz binlerce mültecinin sınırlarımıza yığılması ile karşı karşıya kalınabilir.
Uluslararası hukuk gereği Türkiye sınırlarını açmak zorundaydı. Türkiye açık sınır politikası uygularken Avrupa ülkelerinin tane tane mülteci kabul ettiğini, aldıkları 1000-2000 mülteciye ev vererek iyi şartlarla göz boyadıklarını biliyoruz. Hatta bu yüzden de Suriyeliler arasında Avrupa'da bize ev-iş veriliyormuş beklentisi yaratarak bir sürü insanın Avrupa'ya gitmeye çalışırken yolda telef olmasına, parasını pulunu tefecilere kaptırmasına sebep de olundu. Aradan geçen dört yılda, BM'nin destek verdiği Lübnan dahil, Türkiye ile bu konuda boy ölçüşebilecek hiçbir ülke olmadı. Bugün Suriyelilerin kendileri değil, diğer ülkelerdeki akrabaları dahi Türkiye'ye gelmeye çalışıyor.
Nitekim Türkiye, bu dört yıllık tecrübesinden oldukça sınırlı yurt dışı yardımlarla beş milyar dolar harcayarak alnının akıyla çıktı, lakin bu tecrübe hem sosyal hem de siyasi açıdan yapılması gerekenleri çeşitlendirdi ve artırdı. 2014 yılında çıkarılan 'Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu' ile iltica talebi yapanların taleplerinde yetki emniyet müdürlüklerinden alınarak Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'ne verildi. Yani devlet, mülteci taleplerine 'güvenlikçi ve potansiyel suçlu' perspektifinden çıkarak insan hakları temelli bir yapılanmaya gitti.
Hatırlayalım, Suriyeli mülteciler diyoruz lakin, Türkiye'nin kanunları Suriyelilere 'mülteci' statüsü vermeye uygun değil, çünkü 'coğrafi çekince' politikası yüzünden sadece Avrupa'dan alınan göçmenlere mülteci statüsü veriliyor. Şimdilik Suriyelilere misafir statüsü veriliyor ve bir kimlik kartına sahip olmaları, en temel ve acil sağlık hizmetlerinden yararlanmaları veya başvuruda bulunarak çalışma izni almaları sağlanıyor. Yani uluslararası hukuka uygun olarak koruma sağlanmış oluyor.
İlk gelen Suriyelilerin büyükşehirlere gitmeleri istenmiyordu. AFAD tarafından yaptırılan konteyner ve çadır kentlere yerleştirilip savaş bitene kadar bu geçici ikametgâhlarda kontrol altında tutulmak istendi.
Lakin mülteci sayısı iki milyonu geçerken kamplarda barındırılabilen Suriyeli sayısı 350 binde kaldı. Kamplar, sosyal koşullar yüzünden uzun vadede açık hapishane hissi uyandırıyor ve başka sosyal sıkıntılar yaratıyor.
Türkiye, sınırda güvenli bölge oluşturulması ve toplu konutlar belki de şehirler inşa edilmesi konusunu uluslararası kamuoyunun gündemine getirdi. Fakat bu konuda bir uzlaşmaya varılamadı.
Uzun süre stratejimizi iç savaşın bitmesi ve Suriyelilerin geri dönmesi üzerine kurarken zaman geçtikçe, Türkiye'de doğan Suriyeli çocuklar büyüyüp okul çağına geldikçe başka bir gerçeklik ile yüz yüze olduğumuzu, okul çağında olan çocukların eğitiminin bu kadar uzun süre aksatılamayacağını düşünerek yeni çözümler üretmeli.
Ayrıca pek çok Suriyelinin geri dönmesi savaşın bitmesine değil, yaraların sarılmasına ve ülkenin yeniden yapılanmasına bağlıdır ki bu bile 10 yıl alabilir. Ve yine 4 yıl evvel buraya gelip yerleşen ve bir düzen kuran Suriyelilerin bir kısmı hiç gitmek istemeyecektir. Peki ne yapmalıyız?
Türkiye'nin Mülteci Sorunu üzerine hatırlatmalar/öneriler:
01. Suriye meselesi yanı başımızda doğmuş ve son 30 yılın en büyük göç dalgalanmasıdır.
02. Suriyelilere tanıdığımız geçici misafir statüsü tanımının uluslararası hukukta bir karşılığı yok. Suriyeliler bizden acil olarak statülerinin ne olacağını, karşılıklı hak ve yükümlülüklerini bilebilecekleri bir sistem ve somut statü bekliyor.
03. Böyle bir statü, vergi ödenmesi, kamu hizmetlerinin verilmesi gibi konularda da Türkiye'nin elini rahatlatacaktır. Ayrıca iltica hakkının güvence altına alınması Suriyelileri de tedirginlikten kurtaracaktır.
04. Türkiye bölgenin istikrarlı büyük ekonomisi olarak bundan sonra da transit ülke olmaktan ziyade varış ülkesi olabilir. Komşu ülkelerden aldığımız göçler ve Suriye meselesi beraber düşünülerse, sosyal politikalar üretecek ve idari takibi yapabilecek bir göçmen bakanlığına acil ihtiyaç var. Bu bakanlığın kitlesel göç alma ihtimaline karşı ulusal ve uluslararası boyutta tedbir alması ve Türkiye'nin karşılaştığı zorlukları dünyaya anlatması gerekmektedir.
05. Suriyeliler ülkemize yeni ve dinamik bir iş gücü getirdiler. Nitekim devletin sırtına yük gibi gördüğümüz Suriyelilerin hem kendi mal varlıklarını getirdiklerini hem de çalışıp üreterek ve tüketerek ekonomiye dinamiklik katabilecek bir potansiyel olduklarını da unutmamak gerekir. Ancak bu yeni iş gücünü sömürülecek bir ucuz iş gücü olarak da görmek insani değildir. Şimdiden 400 lira ile ifade edilen bir 'Suriyeli asgari ücreti' oluşmuş durumda. Çalışma hakkı ile beraber sosyal güvencenin sağlanması da hakkaniyet açısından çok önemli.
06. Aynı durum ev kiraları için de geçerlidir. Ev sahibi olmanın avantajını, değerinin çok üstünde paralar ile ev kiralayarak kullanmanın da hakkaniyetli olmadığının altını çizelim.
07. Okul çağında okula gitmeyen çocuklar için acil okullaşmaya gidilmeli, ne yapılacağına karar verilerek dil sorununu aşmaya çalışmalıyız.
08. Medeni kanunun uygulanması, boşanma halinde çocukların vesayeti, çocukların, yaşlıların, bebeklerin kötü muameleye, bakımsızlığa maruz kalmasının ve Suriyeli kadınların suiistimal edilmesinin muhakkak önüne geçilmesi gerekir. Bu hem sosyal politikalar ile hem de toplumsal bilinçlenme ile olacaktır. Türkiye bu konuda geç olmadan tedbir almak zorundadır.
09. Suriyelilerin ihtiyaçları AFAD, sivil toplum örgütleri, belediyeler ve şahsi yardımlar tarafından karşılanıyor. Türkiye bu konuda uluslararası toplum tarafından yalnız bırakıldı. Ama maalesef dünyaya kendisini anlatmakta da başarılı değil. Türkiye'nin Batı'da dış temsilciliklerinin ve bürokratlarının pek çoğu maalesef Suriye konusunda Türkiye'nin vizyonunu anlamak ve anlatmakta yetersiz. Akademisi, diplomasisi ve sivil toplumuyla Türkiye, mülteci yükünü diğer ülkelere adil şekilde paylaştırmak istiyorsa konunun gerçekten ne olduğunu dünyaya açıkça anlatmak zorunda. 'Uluslararası toplum bizi yalnız bıraktı' suçlaması hem konuyu çözmüyor hem bizi rahatlatmış olmuyor.
10. Suriyelilerin varlığı üzerinden tıpkı Avrupa halkının göçmenlere yaptığı gibi 'refahımızı çalmaya gelmiş' muamelesi yapmak ve konunun yabancı düşmanlığına dönmesi de hayli mümkün. Mümkün olduğunca ırkçı dil kullanmayalım, kullananları uyaralım. Her tür ötekileştirmeden kaçınalım. Kendimize bir soralım; 10 sene sonra bir Suriyeliden bir fenalık görsek, 'size bütün dünya sırtını dönmüşken biz kapılarımızı açtık, nankörler' der miyiz, demez miyiz?
11. Türkiye'de muhalefet, beyaz şehirli hassasiyetlere politika üretmekten başka bir şey yapmadığı için Suriyelileri geri göndermeyi düşüne dursun, uyum süreci için ne yapılabilir, bir düşünelim. Meslek edindirme kurslarından tutun da dil kurslarına, yeni toplu konutlar yapmaya ve şehir tabelalarına Arapça/Kürtçe ilaveler yapmaya kadar bir arada yaşayabilmek için bir dizi projeler üretelim.
12. Son olarak kendimize bir soru soralım aslında hiç var olmayan, sadece farklılıkların üzerini örten homojen ulus devletin sonu mu geldi? İşte artık yeni bir anayasa yapmak zamanı…