Toplum artık seyirci olmak istemiyor
Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz öncelikle. İlk olarak, seçimlere bu kadar az bir zaman kalmışken sizce yeni hükümetten neler beklemeliyiz?
Türkiye son 10 yılda bir sıfır noktası yakaladı ve bu da kendiliğinden yumuşak bir geçişle olmadı. Bir miktar da var olan sistemin tahrip edilmesi ile oldu. Bu olumlu bir yıkıcılık. Çünkü var olan sistem anlamlı bir sistem değildi. Biz parlamenter sistemle yönetildiğimizi söylüyoruz ama aslında bir vesayet sistemi bu. Çok partili bir yapı var fakat çok partili yapı bunu kendiliğinden anlamlı kılmıyor, yargının durumu zaten belli. Böyle baktığımızda ana çatıda kurumların yeniden yapılanması var. Önemli olan bu yeni kurumsallaşmada keyfiliğin, şahsiliğin sona erdirilmesi ve Türkiye'nin kendi toplumsal farklılaşmasını kuracak yapıyı oluşturması. Bu çerçevede tabi ki şu anda hâlâ tatmin olmamış, eksik kalmış ve kasten eksik bırakılmış hak hukuk meselelerimiz var. Bunun başında mesela kadın erkek eşitsizliklerimiz var. Daha öne geldiğimizde kimlikler ile ilgili sorunlar var. Kürt kimliğini rahat konuşuyoruz ama Alevi kimliği belki önümüzdeki dönem en çok konuşacağımız mevzu. Ama bu dönüşümler sadece bir hükümetin yapacağı şeyler değil ve toplumsal gerilimler de öyle birdenbire çözülmüyor. Çünkü cemaatçi bir ülke burası ve herkes kendi cemaatinin içinde yaşamış ve kendi cemaatinin haksızlıklarının farkında. Ama son dönem yeni nesil diğer cemaatlerin sorunları ile daha çok ilgileniyor. Aslında asıl soru hangi hükümet gelecekse gelsin toplum ona yardımcı olacak mı?
Sizce olacak mı?
Toplumun bir bölümü buna hevesli artık. Bunu görüyor. Yeni kuşağın, özellikle İslami kesimin yeni kuşağının buraya çok yakın olduğunu düşünüyorum. Son 13 yılın AK Parti'sinin getirdiği önemli açılımlar, rahatlamalar oldu. Bu rahatlamalar yeniden kendi dışına akma, kendi dışı ile ilişki kurma ve böyle bir toplum arama dürtüsünü oluşturdu. Ve bu doğal olarak en çok İslami kesimde oldu. Çünkü İslami kesim ilk defa meşru kaynaklardan akarak merkeze geldi. Kendisini ortaya koydu. Ve de aynı dönem bir globalleşme dönemi olduğu için aynı anda dünyaya da entegre oldu. İlginç olan şey, Türkiye' de çevreden gelenlerin merkeze yürürken aynı anda dünyaya da entegre olarak yeniden kimlikleşme yaşamaları. Bu aslında pozitif bir şey çünkü normları değiştirdi. Biz şimdi Türkiye' ye baktığımızda şu hakkım yoktu da şu da olsun demiyoruz. Evrensel normlara bakıyoruz. Evrensel normların ne olduğunu biliyoruz, bunun kalitesinin farkındayız. Kendi yaptığımız kalitesizliklerin de farkındayız ve bunların toptan değişmesi için bir uğraş veriyoruz.
Türkiye'nin esas meselesi uzun vadede baktığımız zaman bence siyasi değil daha çok toplumsal. Toplumsal dönüşüm konusunda büyük mesafe kat edildi, ki orada da AK Parti'nin çok önemli bir katkısı oldu, ve önümüzdeki 10 yılda da yine belki de hayallerin ötesinde bir zıplama daha olacak diye düşünüyorum.
Bu toplumsal büyük dönüşümü başlıklandıracak olursak en önemlileri nelerdir sizce? Toplumsal olarak bu dönüşümü sağlayan şeylerin başında neler geliyor?
Bir kere zihniyet ile ilgili bir durum var. Yani biz epeyce ataerkil, otoriter zihniyetlerden geliyoruz. Bu son 10 yıl içinde dünyadaki küreselleşme ve postmodern durumun getirdiği yeniliklerle beraber demokratlıkla tanıştık ve buradan bir tür melezleşme üretiyoruz şu anda. Yani dindarlar özellikle kendi dindarlıklarını yeniden ele alan bir süreç yaşadılar son 10 senede. Kişiselleşti dindarlık. Başkasının dindarlık tanımı üzerinden giden bir dindarlığa evet demiyor kimse artık. Herkes kendi dindarlığını kendisini tatmin edecek şekilde kendi bilgisi dahilinde yeniden üretmeye çalışıyor. Bu farklı dindarlıkların yan yana yaşayabilmesi ve birbirlerine tolerans gösterebilmesi demek. Şu anda bu oluyor ama bunun toplumsal karşılığının ve kamusal alana dönük karşılığının alındığını söyleyemeyiz. Ve bu da tabi ki mesela Alevi meselesini çok yoğun bir biçimde bence etkileyecek. Alevi meselesi bir Sünni meselesi aslında ve Sünnilerin çözmesi gereken de bir mesele.
Alevilik mevzusu Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda daha çok kimlik politikalarına dayanmıyor mu?
Sonuçta 500 yıllık bir mesele ve de gerçekten sosyal tabana indiğimiz zaman reel bir mesele, hakiki bir durum. Yani sadece devletin üretmiş olduğu bir şeyden bahsetmiyoruz. Devlet bunları yaptı fakat burada şimdi geleceğe bakarken bizim referansımız Kemalist bir yaklaşım olamaz zaten. Şu anda bir sorumluluk var önümüzde, bir toplum olma sorumluluğu var. Toplum olma sorumluluğunun da birçok katmanı var. Bu katmanlardan bir tanesi bu kimlik meselesi. Burada da bence daha eğitimli yeni kuşağın çok önemli bir fonksiyonu olacak. Çünkü onların dışındaki daha eski kuşakların artık bu sorunları çözme şansı olduğunu düşünmüyorum.
Siz yeni nesillerden bu anlamda daha umutlu bahsederken Kürt cenah içerisinde "Bu sorunu bizimle, bizim nesil ile çözmelisiniz, eğer çözemezseniz genç neslimiz çok daha öfkeli" söylemleri de var. Sizce bu sorunu daha genç nesille çözebilecek miyiz?
Şöyle bakalım; eğer bir kavga varsa ve eğer o kavganın içinde yetiştiriliyorsa insanlar, kendi geleceklerini de kavga içinde görmeye devam edebilirler. Kürt meselesinde böyle bir kesim var. Yani Kürt coğrafyasında PKK'nın uzantısı olarak gözüken işsiz, eğitimsiz, kentlerde ve kentlerin çevrelerinde yaşayan bir kesim var. Tamamen siyasi endoktrinasyon içinde büyümüş durumdalar. Ve onların hayatlarında çok fazla bir şey yok. Şimdi dolayısıyla siyasi bağlam içinde baktığımız zaman bu son nesil gibi bir tanım yapmak mümkün ama bunun sosyolojisine gittiğimiz zaman o ne kadar temsili diye sormak durumundayız. Şu anda barıştan yararlanan ve barış sayesinde önleri açılan, önlerinde yeni bir gelecek bulan çok daha büyük bir gençlik de söz konusu. Yoksa onların sosyolojisi mi kazanacak. Yani böyle bir baktığımız zaman ben kavga motifi etrafında bir ayrışmanın belirleyici olma ihtimalinin giderek azaldığını düşünüyorum. Zaman zaman bu çok ön plana çıkabilir. Kavga olduğu zaman başka her şey durduğu ve biz de tamamen oraya konsantre olduğumuz için sanki o her şeyi kapsıyormuş gibi görebiliriz. Ama Türkiye şu 10 seneye baktığımız zaman daha çok kavgaya değil daha çok barışa gidiyor, istesek de istemesek de böyle oluyor. Niçin? Çünkü birbirimize benziyoruz. Yani laik, dindar, Sünni, Alevi, Kürt, Türk, böyle baktığımız zaman birbirimizden daha ayrı hayatlara doğru gitmiyoruz. Dolayısıyla sosyoloji bizi oraya davet ediyor ama bunu siyasi olarak yönetemezseniz dönem dönem çok vahim şeyler de yaşayabilirsiniz. İşte burada zaten sorumluluk denen şey söz konusu. Ve bu sorumluluk o yüzden sadece hükümete ait bir sorumluluk değil. Eğer demokrat olarak bakıyorsak, biz kendimizden ne istiyoruz, biz ne yapabiliriz diye soralım. Hangi hükümet gelirse gelsin acaba toplum olarak, sivil toplum olarak biz burada nasıl bir olumlu enerji koyacağız?
Tam bu noktada Kürt açılımı için ne düşünüyorsunuz? Sizce süreç nasıl ilerliyor?
Burada iki tane çok temel faktör var. Bir tanesi, toplum ne noktada? Toplum bence kavgaya doymuş ve onu istemiyor. İkincisi, dünya konjonktürü ne durumda? Bence dünya konjonktürü de kavgayı anlamsızlaştıran bir konjonktür. Mesela şu an Soğuk Savaş dönemini yaşasaydık kavga çok anlamlı hale gelirdi. O zaman çevremizdeki normlar da belki bize kavgayı teşvik edici mesajlar verecekti. Bugün öyle değil. Bugün tam tersi mesajlar veriyor. Bugün küresel dünya bölgelerin anlamlı hale geldiği bir dünya. Ulus devletlerin coğrafi mantığının tükendiği bir dünya. Böyle bakıldığı zaman kimsenin menfaatine olmayan bir kavgadan ve çözüm gerçekleştiğinde herkesin menfaatine olan bir dünyadan bahsediyoruz. Burada bir kavga devam ediyorsa bu sadece kurumsal yapıların kendi kavgasıdır. Yani AK Parti ile PKK ya da Türkiye Devleti ile PKK kavga edebilir ama bu irrasyonel bir kavgadır. Ne içindeki ne dışındaki insanlara hitap eder. Bu şekilde taşınabilmesi mümkün değildir.
HDP'nin barajı aşamaması durumunda kanlı sonuçları olabileceğine dair söylentilerin fazlalaştığı bir seçim öncesi dönemden geçiyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bazı arkadaşlar birtakım romantik hayaller besliyor olabilirler. Kürtlerin içinde de devletin içinde de buna benzer siyasi hayaller olabilir ama bunun bir sosyolojik karşılığı yok. Dolayısıyla da çok uzun süre gidemez. Ama insanlar ölebilir. Nasıl ki 6-8 Ekim'de 50 kişi öldü. Geri dönüp sardığınız zaman bandı niye öldü ki o kadar insan? Ne kazanıldı ki o iki günde? Ama öldüler işte. Bu tür adımlar atılabilir ama bunun da vebali bu adımı atanların üzerinde yapışıp kalacaktır. Bundan sonra da bir çatışma çıkar, bir kavgaya doğru giderse, Kürtler barajı geçemedik diye sokaklara çıkarsa, yeniden hiçbir şey kazanılmayacak. Yeniden sıfır noktasına gelinecek ve sadece insanlar ölmüş olacak. Ve bunu Kürtlere de, Türklere de anlatabilmek bence artık hiç kolay değil. Bu apaçık bir 'aptallık' olur. Maalesef bu aptallığı yapacak olan ve bunu isteyen insanlar her zaman mevcut. Özellikle liberal sol kesimdekiler.
AK Parti ilk kurulduğu yıllarda çevresinde çok daha fazla liberal, demokrat bir grup vardı, ama zamanla sayıları azaldı. Hatta birçoğu eleştirilerde bulunarak ayrıldı. Siz bu konuda daha istikrarlı oldunuz. Sizce onlar ne bekliyordu da olmadı ve neyi bulamadılar? Neydi onları bu kadar uzaklaştıran?
Üç şey söyleyebilirim; bir tanesi çok bireysel. Yani belki bazı insanların hayalleri, doğal olarak beklentileri var. Kendilerine danışılacağını, kendilerinin bir yerde bir kamu figürü oldukları için daha fazla ön planda olacaklarını vs. düşünüyorlardı. Ama AK Parti giderek kendi insanlarına, kendi tabanına, kendi kimliğine doğru bir kayma gösterdi bu kavga ortamında.
İkincisi; bence fotoğrafın bütününe bakmaktan vazgeçtiler ya da zaten oraya bakmıyorlardı. Yani sadece hak hukuk kavramı ve adaletsizlikler verilsin diye baktıkları zaman Türkiye'de AK Parti'nin de hataları, yanlışları olduğu için bir noktadan sonra desteklemekte zorlanabilirsiniz. Şu veya bu hükümeti de yani sırf AK Parti'yi de değil. Ama fotoğrafın bütününe baktığınız zaman Türkiye çok önemli bir tarihsel dönüşümden geçiyor. Ve bu tarihsel dönüşümü de taşıyabilecek olan tek parti AK Parti. Dolayısıyla AK Parti'nin bütün yanlışları bir yana, yaptığı çok olumlu bir fonksiyon var ve o fonksiyonun bitmemesi, devam etmesi gerekiyor. Ve bu anlamda AK Parti'ye destek vermenin meşruiyeti var. Yoksa AK Parti'nin yaptığı her şeyi yan yana dizdiğiniz zaman birçok şeyi çok da tasvip etmeyebilir bazı insanlar ve haklı da olabilirler. Ama bence bu arkadaşlar büyük fotoğrafa bakmaktan vazgeçtiler.
Üçünü faktör ise muhtemelen bu süreçte farklı tekliflerle karşılaşmaları. Yani insanlar hayatlarını idame ettiriyor, bir şekilde belirli çevrelerde yaşıyor ve o çevrelerinin dışına çok fazla çıkıp tek başına ayakta durmak da çok mümkün değil. Birçok insan için zor bir iş. Dolayısıyla küçük küçük cemaatlerin içerisinde yaşayan bu aydınlar o cemaatlerin anlam dünyası içinde kendilerine yollar arıyorlar. Ve bu arada da belki şuradan buradan gelen farklı iş teklifleri veyahut hayatlarını kazanmalarına yardım edecek olan postlar diyelim, onlar için bir şekilde bazı şeyleri az görme bazı şeyleri çok görme nedeni olabiliyor.
Ben bu ikinci saydığımın en önemli şey olduğunu düşünüyorum. Yani esas ideolojide bir ayırım var ve bu ideolojik ayırım şuna dayanıyor; benim de aralarında olduğum bazı insanlar Türkiye'nin son 100 yıllık tarihi içinde bir viraj geçildiğini ve bir demokratikleşme, normalleşme dönemeci içinde olduğunu düşünüyor. Bunun bir taşıyıcısı var. Sosyolojik taşıyıcısı İslami kesim ve Kürtler. Siyasi taşıyıcısı da doğal olarak bu iki grubun siyasi partileri.
Özellikle medyada ve bazı çevrelerde dile getirilen 'diktatörlük' söylemi var. Bu söylem toplumsal olarak nereye oturuyor, bir karşılığı var mı, ya da böyle düşünmeye iten sebepler neler?
Her şeyden önce tek bir kişinin söyleminin ve konuşmasının herhangi bir sistemi diktatörlüğe veya otoriterliğe götürmesi çok mantıklı bir önerme değil. Şu söylenebilir belki; bir kişi konuşurken otoriter davranmış olabilir. Ama kim olursa olsun o tek bir sözün, tek bir yaklaşımın, tek bir retoriğin Türkiye gibi büyük bir ülkeyi, koca bir sistemi otoriter yaptığını söylemek bana saçma geliyor. Dolayısıyla bunu bir siyasi propaganda aracı olarak karşı tarafın kullandığını kenara koyup geçelim. Ama Türkiye'nin sisteminde otoriter nüvelerin, fonksiyonların olmadığını söyleyemeyiz. Var ama bu karmaşık bir yapı. Yani ne kadar otoriterlik görürseniz bu sistemin içinde AK Parti içinde o kadar demokratik şeyler de görebilirsiniz. Bütün bu 10 senenin içinde her ikisinden de bir sürü örnek görürsünüz. O yüzden buna tek bir ad vermek çok zor.
Eğer bugün otoriterlik üzerinden bir tartışma varsa bu şu demek; demek ki artık biz çok az otoriterleşme eğilimlerini bile görüyoruz. Bu normlarımızın değiştiğini gösterir. Yani bundan önceki 10 yıllarda başımıza neler geldiği halde hiç bunlardan bahsetmezken şimdi burada otoriterlik arıyorsak, e biz bayağı gelişmişiz demektir.
Üçüncüsü, ne olursa olsun burada bahsettiğimiz siyasi alanda olup biten bir şey ama toplumda böyle bir şey olmuyor. Toplum apaçık biçimde demokratikleşmeye doğru gidiyor. Şöyle diyelim, bugün aile içi yapılara, kurumsallaşmaya baktığımız zaman demokratik aile yapısının sayısının arttığını görüyoruz Türkiye toplumunda.
Demokratik aile derken neyi kastediyorsunuz özellikle?
Mesela çocukla konuşma, çocuğun istediğinin kale alınması, kadın ve erkeğin birlikte karar vermesi… Yine harcamaların birçoğunun kadın tarafından yapılmasının normal karşılanması. Yani bir eşitlenme, iç adalet mantığı var şu an. Bunun getirdiği tepkiler de var tabi. Mesela bugün artan kadın cinayetlerinin en önemli sebeplerinden biri bence kadınların özgürlük alanının genişlemesine tahammül edemeyen eski kuşak erkeklerdir. Aslında bu cinayetlerin varlığı otoriterliğin arttığını göstermiyor. Tam tersine esasında demokratlığa tahammülsüz olduğumuzu gösteriyor. Sosyolojik olaraksa kaçınılmaz olarak demokratlığa gittiğimizi gösteriyor. Bu tabi uzun ve zigzaglı bir süreç.
Bunun üzerine Kürt siyasi hareketi ve AK Parti'nin demokratikleştirici etkisinden bahsetmek durumundayız. Bu iki hareket de Türkiye'yi demokratikleştirip, daha açılımcı bir politikanın önüne getirdiler. Türkiye'de karşılıklı kimliklerin haklarının tartışılmasını normal hale getirdiler. Çevre ile merkez arasındaki ilişkilerin daha fazla kurulmasını sağladılar ve daha önce aralarında hiyerarşik yapı olan kimlikleri eşitlediler.
Şehircilik konusunda ne düşünüyorsunuz?
Şehircilik olayı ilk başta altyapıyla beraber bir açlığın takviye edilmesi şeklinde yaşandı Türkiye'de. AK Parti zaten her şey hızlı olsun istiyor. Hızlı olurken haliyle bir sürü şey yanlış da olabiliyor, hoyratça yapılabiliyor. Ama bir yerde de anlaşılabilir bir şeydir çünkü gerçekten çok beklemiş bir toplum, aç bir toplum, çok iştahlı bir toplum ve bugün Anadolu şehirlerine gittiğimiz zaman bunu görüyoruz. Avrupa'nın şehrinde ne varsa aynısının gelip kendi şehrinde kurulduğunu görüyor insanlar, bunu istiyorlar, parklarından AVM'lerine, bowling salonlarından kafelerine kadar böyle bir durum var. Fakat bu bir noktada bir doyuma geliyor. Bugün bunları tartışacak insanlara ihtiyacımız var bu şehirlerde. Dolayısıyla yetişmiş kalifiye elemanlara ihtiyacımız var.
Bugün baktığımız zaman mesela çok önemli bir eksiğimiz var: Estetik! Mesela İslami kesim belli bir estetik anlayışına sahip. Osmanlı ev mantığına, sokak mantığına aşinalar. Ancak geldiğimiz noktada İslami kesim bu anlayışını büyük oranda kaybetmiş durumda. Bunun en ilginç örneklerinden birisi; İstanbul'da Adalar'da eski evlerin arasına yapılan yeni evler. Eski evler çok güzel. Gelen adam eski evlere bakıp aynısını yapsa yeter yani. Ama öyle yapmıyor. Gidip ucube bir şey yapıyor oraya. Problem belki de bunu şu anda az sayıda insanın idrak edebilmiş olması. Ben önümüzdeki dönemde devletten teşvikler alınarak devletin bu yönde zorlanmasıyla yeni bir bakışın ortaya çıkacağını düşünüyorum.
Ortadoğu'nun ezilen kesimi için Türkiye şu an güçlü bir örnek. Peki, Avrupa nasıl bir Türkiye görüyor?
Avrupa'da üç tane Türkiye var. Birincisi, klasik siyasi bakış. Bu şu demek; Avrupa her zaman güçlü bir Türkiye ister ama yöneteceği, beraber hareket edeceği bir Türkiye de ister. Bu çok doğal. Türkiye de Ortadoğu'yu böyle ister. Yani kimse çevresinde çok güçsüz komşular istemez. Yeter ki anlaşabildiğin ve beraber davranabildiğin komşu olsun. Türkiye'nin dış politikası son dönemde çok başına buyruk gözüktü. Özellikle Amerika'nın istediği gibi olmadı. Ama şu anda o değişti mesela. Bu zaten kendiliğinden zikzak çizen bir durumdur. Çok uzun süre böyle ne çatışma gider, ne de iş birlikleri. Bazen böyle kırılmalara doğru gitmek zorunda kalabilir. O yüzden bunlar normal.
İkinci bir Türkiye, tamamen medya ve popüler kültür üzerinden giden bir Türkiye. İşte Türkiye otoriterleşiyor falan. Bunu özellikle Türkiye'yle de temasta olan birtakım lobiler ya da Türkiye'deki Avrupa'yla bağlantılı lobiler falan kullanıyor kolaycı bir dil olarak. Böyle bir Türkiye imajı var.
Bir de tabii mesela Avrupa Komisyonu'nun, Avrupa Konseyi'nin içindeki daha Türkiye'yle uğraşan insanların, Türkiye'ye bakan yatırımcıların Türkiye'si var. Bu da çok olumlu bir Türkiye uzun vadede. Kısa vadede nereye gittiği belli olmayan ve istikrar açısından sorunlar taşıyan bir Türkiye, ama uzun vadede potansiyeli çok net olarak gözüken bir Türkiye. Hem ekonomik hem de siyasi doğrultu olarak. Ben esas belirleyici olanın bu çok daha gerçekçi üçüncü söylediğim bakış olduğunu düşünüyorum. Yani Türkiye uzun vadede doğru yönde gittiği çok belli olan bir ülke. Ama hızlı gidiyor o yöne doğru, dolayısıyla yönetilmesi zor bir ülke. Yönetilmesi zor olduğu için kendi içinde de sürekli problem üretiyor. O problemleri üretirken de kavgalar oluyor, bu da o gidişi engelliyor. Böyle bir durum var. Ama uzun vadeli bakışı değiştirmiyor gördüğüm kadarıyla.
AK Parti'ye yönelik mağdur edebiyatı yapıldığı üzerine bir eleştiri var. Bazı şeyler yaşandıktan sonra bunlar unutulup hiç yaşanmamış gibi mi davranılmalı? Bazı şeylerin aşıldığını göstermek için bunları yeniden gündeme getirmek sadece bir mağdur edebiyatı yapmak mı oluyor? Bu noktadaki eleştirileri siz nasıl buluyorsunuz?
Bir kere mağdur edebiyatı lafı çok yüzeysel bir siyasi retorik şu anda. İki boyutu var arka planda bunun ve bunlar ciddi boyutlar. Bir tanesi, insanların nasıl hissettiği. Bazı insanlar kendilerini mağdur hissetmeye devam ediyorlarsa bu temel bir meseledir, Türkiye'de ve dünyanın her yerinde. Türkiye'de bir sürü kimliksel, sınıfsal vs. veya çevrede olduğu için kendini mağdur hisseden insanlar var. AK Parti ve İslami duyarlılıktan bahsediyorsak o mağduriyet hissi de öyle birdenbire, bizi temsil eden bir hükümet var diye ortadan kalkmıyor. Çünkü siyaseti yönetiyor olmanız temel dengeleri bir anda ortadan kaldırmıyor. İkinci olarak, mesela başörtüsü meselesini düşünelim. Başörtüsünün belirli kamusal alanlarda özgürlüğüne kavuştuğunu görüyoruz ama mesela iş dünyasında hâlâ çok handikaplı. Dolayısıyla hâlâ mağduriyet devam ediyor. Ve bu mağduriyet sadece laiklik-dindarlık ekseninde olmuyor. İslami kesimin kendi içinde, kadın erkek ilişkisi, iş dünyasına bakış, bütün buralarda da oluyor. Yani bu tek boyutlu bir şey değil. O yüzden de bunu, bugünün kavgasının dışına çıkarmak gerekiyor. Yani İslami kesimin mağduriyetleri bugün geçmişe göre daha az laiklik üzerinden ama daha fazla sosyolojik zemin üzerinden oluyor. Ve bu sosyolojik zemin de sadece AK Parti yönetiyor diye bir anda değişmiyor. O zaman bu mücadelenin devam etmesini, ayakta tutulmasını gerektiriyor. Bu noktalara kolay gelinmedi. Ben şunu da hatırlıyorum, başörtüsü özgürlüğü için kavga verirken başörtülü kadınlar, erkeklerden çok fazla destek almadılar geçmişte. Bu şu anda üstü kapanacak bir şey de değil çünkü devam ediyor.
Eklemek istediklerinizi alabilir miyiz?
Bu yeniden inşa dönemi. Hangi hükümet olursa olsun önümüzdeki en az 10 seneye bakan bir perspektifin üretilmesi ve bunun toplumla paylaşılması lazım. Bütün bunlar olurken toplumla iş birliği içinde katılım mekanizmalarının üretilmesi lazım. Türkiye toplumu hangi kesimden gelirse gelsin seyirci bir toplum olmak istemiyor, işlerin parçası olmak istiyor. Etkilemek istiyor. Ve etkilemek isterken etkilenmeye açık hale gelecektir. Dolayısıyla bu hükümetler için iyi bir şeydir. Çünkü iş yaparken yaptığınız işin başarılı kılınabilmesi için toplumun da desteğine ve kabullenmesine muhtaçsınız. Bu da o işi toplumla konuşarak yapmanızı gerektiriyor. Bu tür bir bakışa davet ediyor şimdi Türkiye. Yeni hükümetin de bu bakışı sergilemesi gerekiyor. Esas mesele bence bu. Bunun üzerinde de daha önce söylediğim gibi kurumların inşası çok acil ve temel bir mesele.
Teşekkürler.
Etyen Mahçupyan KİMDİR?
1950'de İstanbul'da Katolik Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Mahçupyan 1968'de Robert Koleji'nden mezun oldu. 1972'de Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği'ni bitirip aynı üniversitede İşletme bölümünde yüksek lisansını tamamladı. Sonrasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat bölümünde, Uluslararası İktisat alanındaki yüksek lisansını tamamlayıp bu bölümde 1977-1980 yılları arasında akademisyen olarak çalıştı. 1980-96 yılları arasında özel şirketlerde yöneticilik ve kendi kurduğu şirketlerde işadamlığı yapan Mahçupyan, 1996 yılından itibaren entelektüel işlerle profesyonel manada uğraşmaya başladı. 1995–96 yıllarında Yeni Demokrasi Hareketi içerisinde yer alan yazar, 1997'de yazmaya başladığı Radikal gazetesinden 2000'de ayrılıp bir süre Yeni Binyıl gazetesinde yazdı. Zaman gazetesinde 2001 yılında başladığı köşe yazarlığına 2007'de Hrant Dink cinayetinin ardından son verdi. Aynı yıl başladığı Taraf gazetesi yazarlığını ve Agos gazetesi genel yayın yönetmenliğini 2010 yılına kadar devam ettirdi. 2010'da yeniden başladığı Zaman gazetesi yazılarını 2014'te sonlandırdı. Ekim 2014'te Başbakan Ahmet Davutoğlu'na başdanışman oldu. Mart 2015'te bu görevi sona erdi. Şu anda Akşam ve Daily Sabah gazetelerinde yazılarına devam etmektedir.