İşgal zihinlerimizde başlıyor
"Kaç tane kasap dükkânı, kebapçı, fırın vardı. Dünyanın etini, ekmeğini buraya yığmışlardı; halk birikmiş, yemekle, almakla bitiremiyordu. Kumaş toplarının çokluğuna da hayret etti; bir bir üstüne kat kat bütün… Giyinse tükenir şey değildi."
Birine yukarıdaki satırlar okunup nereden bahsedildiğini tahmin etmesi istense zihninde birçok seçenek belirebilir. Bolluk, bereket, zenginlik, refah nereleri çağrıştırıyorsa oralardan başlar saymaya. Belki Amerika'dan bir yer, belki de milli geliri oldukça yüksek Avrupa ülkelerinden birinin nadide şehirlerinden bir tanesi… Japonya gibi ileri sanayi memleketlerinden yahut Avustralya gibi gelişmiş ülkelerden bir şehir de fena bir tahmin olmaz. Beyrut, Kerkük, Musul hele hele şimdilerde DEAŞ'in başkent ilan ettiği Rakka diyecek hali yok herhalde insanın.
Yukarıdaki satırlar Refik Halit Karay'a ait. O çok meşhur Gurbet Hikâyeleri'nde geçen Fener adlı öyküden bir pasaj. Öykünün kahramanı Beni Hamra aşiretinden Ebu Ali'nin, gördüğü zenginlik ve refah karşısında duyduğu şaşkınlığı betimleyen satırlar ise Rakka'da geçiyor. Evet, doğru okudunuz. Dünya olayları ile azıcık da olsa ilgili olan herkesin duyduğu, bildiği, karmakarışık bir dünya parçası olan Rakka. DEAŞ militanlarının ele geçirip başkent ilan ettikleri ve sapık ideolojilerini uygulamaya koydukları adeta bir laboratuvar olan Rakka. Amerikan ordusunun müttefikleri ile birlikte Musul'da olduğu gibi DEAŞ'İ temizleme adı altında girmeyi planladığı bir başka Suriye kenti. Ölümün, zulmün, yıkımın kol gezdiği zenginlik, refah, bereket, mutluluk gibi kavramlara zihnimizde en uzak yerlerden birisi...
Zihinlerdeki Ortadoğu
Özellikle son yüz yıl içinde Ortadoğu diye adlandırılan coğrafyanın bütün toprakları zihnimizde aslında bu şekilde kodlanmadı mı? Yüz yılın başında Beyrut'un 'Doğu'nun Parisi' olarak adlandırıldığını bilen, bilse bile buna inanabilecek kaç kişi var? Zihinlerimizdeki yarılma öyle boyutlara ulaştı ki artık buraların birer moloz yığınından ibaret olduğunu düşünüyoruz her birimiz. Sanki buralarda yüzyıllardır insanlar yaşamıyor, medeniyet dediğimiz şey gerçek anlamda ilk defa bu topraklarda neşet etmemiş gibi. O bolluk, bereket timsali, ilk şehirlerin, ilk medeniyetlerin ortaya çıktığı Mezopotamya sanki buralardan farklı bir yermiş gibi bir hal var zihinlerimizde. İngiltere'yi, Manchester'ı endüstri devriminin beşiği olduğu için adeta kutsayan zihinler, tarım devriminin yani insanlığın gerçek manada medenileşmesine yol açan büyük olayın yaşandığı bu topraklara karşı kayıtsız. İlk yazının, ilk yasanın, ilk şehirlerin ve neredeyse bütün peygamberlerin doğduğu bu topraklara…
Bu kayıtsızlığımızda anlaşılabilir bir yön olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Henüz dünyayı görmeye yahut kitaplardan okumaya başlamadığımız dönemlerde Ortadoğu ülkeleri diye duyduğumuz ülkelerin hep savaşlarla birlikte anıldığını anımsıyorum. Zihnimde kulak misafiri olduğum haber bültenlerinden yahut gözüme çarpan gazete haberlerinden devşirilmiş imgeler de hep bu doğrultudaydı. Bunda en etkili olan olayların başında Irak-İran Savaşı geliyordu herhalde. O günlerde neler olup bittiğini tam olarak anlayamıyor olsam da zihnimde iki ebedi düşman gibi kodlanmış iki ülkeydi İran ile Irak. 'İyiler hangisi?' diye annebabalarımıza sorduğumuzu hatırlıyorum. Sonraları 'intifada' kelimesini işitir olmuştuk. İsrail işgaline karşı ayaklanan Filistinlilerin ve en çok da tanklara, askerlere taş atan çocukların görüntülerinin zihnimde yer etmiş olması şaşırtıcı değildi belki de. Zira bu görüntüler içimde adalete dair güçlü duygular uyandırıyordu. Ardından 1'inci Körfez Savaşı geldi. Karanlık bir ekranda yıldız çakmaları gibi neredeyse eğlenceli bir şey izliyormuşçasına seyretmiştik Irak'taki Amerikan bombardımanını. O günlerde o ışık huzmelerinin, düştüğü yerde derin çukurlar açan, binaları, ekinleri, ormanları, şehirleri, hayvanları ve insanları paramparça eden, cayır cayır yakan bombalara ait olduğunu kavrayamıyorduk. Kavramak için yeterince büyümemiştik belki ama etrafımızdaki yetişkinlerin de o günün şartlarında durumun vahametini kavrayabilmiş olduklarını düşünmüyorum. Bunda sınırlı haber alma imkânlarının ve bilgi akışını kontrol eden bir propaganda ağının etkili olduğundan hiç şüphe yoktu. O günlerde medya kanallarının çeşitlenmiş olmayışının verdiği rahatlıkla bütün dünyaya özgürlük ve demokrasi götürme misyonu olarak sunulmuş ve yarattığı yıkım mümkün olduğunca gözlerden uzak tutulmuş bir savaştı bahsi geçen.
Bugünün Ortadoğu'su
Gün geldi Körfez Savaşı da bitti. O ışık huzmelerinin ve Körfez'de yanan petrolün yarattığı kara dumanların da sonu geldi. Fakat sonraki yıllarda da değişen pek bir şey olmadı. 2003'teki ikinci Irak işgaline kadar geçen süre Filistin-İsrail arasında sonu gelmez çatışmalar ve bir türlü başarılı olamayan barış görüşmeleri, Lübnan krizi ve daha nice çatışmalarla geçti. Ardından Amerika bölgeye bir kez daha ve bu kez çok daha büyük bir yıkım getirmek üzere yeniden geldi. Bir buçuk milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bu büyük yıkım hâlâ devam ediyor. 2011'de ilk defa Tunus'ta başlayan ve bütün Ortadoğu coğrafyasına hızla yayılan gösterilerle bölge ülkeleri demokrasi ve özgürlüğe ne kadar özlem duyduklarını dile getirmişlerdi oysa. Arap Baharı olarak adlandırılan halk ayaklanmaları Batılı ülkelerin acımasız müdahaleleriyle kısa sürede tersine çevrilmeseydi, yaklaşan bahar kışa dönmeyecekti. Oysa bugün Ortadoğu için şartlar her zamankinden daha da ağır. Sadece Filistin yahut Lübnan değil, başta Suriye olmak üzere Irak'ta, Yemen'de ve daha pek çok yerde çatışmalar devam ediyor. Akdeniz'in sularında boğulan, hepimize küstüğü için bir sahilde kafasını kumlara gömüp cesedinin taşınmasını bekleyen Aylan bebekten, bir bombardımanın yarattığı enkazdan sağ kurtulup, kendisine sağır dünyaya karşı ağlamayı bile düşünmeyen ama acımasız katillerinden canını kurtaramayan Ümran bebeğe uzanan nice trajediler Ortadoğu'nun tarihine kara lekeler olarak düşüyor. Evlerinden, vatanlarından olan Suriyeliler, Iraklılar dünyanın her yerine dağılmış, büyük zorluklar içinde yaşam mücadelesi veriyorlar. Bu insanların ev kavramına en fazla yaklaşabildikleri yerler bir mülteci kampı yahut Batı başkentlerinin, hiç de misafirperver olmayan sokakları. 9 bin mülteci çocuğunun bir eşyaymışçasına kaybolmalarına göz yuman Almanya gibi ülkelerin sokakları…
Zihinlerimizdeki mesafeler
Aynı zamanda profesör olan saygı duyduğum bir hocam okuduğu, Afganistan'ı konu alan son romandan şu şekilde bahsetmişti: "Biz oraları hep Taş Devri'nden kalma yerler gibi algılıyoruz. Oysa savaştan önce bizim gibi bir sosyal yaşantıları olduğunu gördüm romanda. Çok tuhaf geliyor insana." Bu sözler üzerine Fatma Aliye Hanım'ın Muhadarat romanını okuduğumda duyduğum taaccübü hatırladım. Lübnan'ı bir sayfiye yeri olarak, sahili, denizi, ormanları, zeytin ağaçlarıyla o denli güzel bir diyar olarak tasvir ediyordu ki Fatma Aliye, anlattığı yerin bizim bildiğimiz yıkıntılar içindeki Lübnan olduğuna inanmam neredeyse mümkün olmamıştı. Sonraları Amerika'da bulunduğum sırada bir komşumuzun 2'nci Irak işgali nedeniyle 'Türkiye'de savaş varmış doğru mu?' dediğini duyduğumda bu anlayamama halinin nasıl bir hal olduğunu fark edecektim. Biz bile burnumuzun dibinde olup bitenlere bu kadar yabancı kalmışken, on binlerce kilometre uzakta, bambaşka dünyalarda yaşayan insanların Ortadoğu diye adlandırılan 'cehennem bohçası'na Türkiye'yi de tıkıştırmaları neden anlamsız olsundu ki?
Bu belki de çok normal. Bizler de Ortadoğu'yu bir cehennem çukuru gibi algılamıyor muyuz? Büyük güçlerin satranç tahtasına dönmüş, ekmek, su yerine insanlara bombaların, kimyasal silahların ikram edildiği, eli silahlı manyakların din, iman diye bağıra bağıra cinayetler işledikleri bir coğrafyayı başka nasıl algılayabiliriz? Normal olmayan oraların da bir zamanlar zenginlik, huzur ve refah içerisinde yerler olduğunu idrak edemeyişimiz. Oralarda yaşayan insanların bizim gibi gülen, ağlayan, sevinen, acı çeken, seven, sevilen insanlar olduklarını algılayamayışımız. O coğrafyaları sömürmek, insanlarını köleleştirmek için girişilen kirli oyunların, toplum mühendisliklerinin nerede sahnelense aynı sonuçları doğuracağını göremeyişimiz. Bu düzen sürsün diye, buradaki insanların bu yaşananları hak ettiğine ikna olalım diye üretilen ırkçı, İslam karşıtı söylemlere teslim oluşumuz. O insanlarla, o coğrafyalarla uzak, çok uzak düşen zihinlerimiz, yüreklerimiz. Ve o uzaklığın üzerine inşa edilen diğer bütün korkunçluklar…