Âti kalbimde bir derin yaradır...
Hırsla kalkan ziyanla oturur. Çünkü gözünü hırs bürüyen insanın gelecekle ilgili planlarını sakin kafayla gözden geçirmesi, hedeflerini alt alta yazması, bunlara ulaştıran yolu yani stratejiyi belirlemesi, dostlarına şevk verecek, muarızlarını etkisizleştirecek taktikleri arayıp bulması şöyle dursun, ayakta durması bile mümkün değildir.
Pardon âti değil, mazi kalbimde derin bir yaradır. Şimdi "âti" deyince bunu grafik kartı markası olarak algılayacak kariler için bir düzeltme ihtiyacı var galiba...
"Kari" ne ya? Tamam ATI, Radeon ekran kartlarını yapan firma. Kari ne yapıyor?
Kari de okuyor biraderim.
Ne hikmetse, gelecek anlamına "âti" kelimesini editörün sihirli dudaklarından duyduğumdan (veya Whatsapp mesajından okuduğumdan bu yana) geçmiş anlamına "mazi"den kendimi kurtaramıyorum:
"Gelecek asırları tarihe bırakalım Biz şimdi haritadan geçmişlere bakalım"
(Faruk Nafiz Çamlıbel)
Burada bir terslik yok mu? "Gelecek" nasıl tarihe bırakılır? Geçmişe haritadan mı bakılır, tarihten mi? Faruk Nafiz sonuçta şairdir ve Fuzuli'nin dediği gibi:
"Ger derse ki Fuzuli güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü, elbet yalandır."
Sanırım acı da olsa şu aşağıdaki şair sözü haklıdır:
"Bir eser bırakmadan geleceğe yadigâr Bırakmışım kime ne, bırakmasam ne zarar"
(Enis Behiç Koryürek)
Bu şairane kelime oyunlarına sabaha kadar devam edebiliriz; şair milleti nedense geçmişi bir rüya, geleceği de hayal saymış ve bütün marifetlerini bugün üzerinde göstermişlerdir. Onlara göre dünü mutlu, yarını umutlu yapan bugündür. Sonuç olarak geçmişi de geleceği de bir şeylere bırakıp bugüne iyi bakmayı ve hep gülümsemeyi tavsiye etmişlerdir.
Oysa bu fakirin de dâhil olmakla iftihar ettiği bazı realist tipler ki bunların başını Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali çekerler. Örneğin, Sabahattin Ali diyor ki:
"Üç buçuk günlük ömrümüzü kendimize zehir etmemek için ne mazideki hayatımıza ve kaçırdığımız fırsatlara ne de istikbalin olmayacak hülyalarına kulak asmayarak bugünümüze hapsolup yaşamalıyız." (İçimizdeki Şeytan)
Necip Fazıl'a atfedilen ama henüz bendeki hiçbir kitabında rastlamadığım bu beş alev dolu satır:
Bugünü düşünürüm Dün geçti Yarın var mı? Gençliğe de güvenmem Ölen hep ihtiyar mı?
Elbette bizi parlak bir gelecek bekliyor. Nereden biliyorum? Çünkü epey bir geçmiş var gerimde; dolayısıyla gelecekle ilgili regresyon analizi yapabilecek kadar veri, hem de büyük veri var elimde. Wikipedia'nın tanımıyla regresyon analizi; iki ya da daha çok değişken arasındaki ilişkiyi ölçmek için kullanılan analiz metodudur. Bakıyorum geriye doğru, gelecek hep daha iyi olmuş…
"Tam bağımsız-gerçekten demokratik Türkiye" sloganı yazılı pankartı ilk açtığımızda tarih 1968'di. Bu ideal ancak 24 Haziran 2018'de gerçekleşme yoluna girdi. Şimdi aradaki şu kadar pre ve postmodern siyaset müdahalesini bir kenara atarsak, geçen zamanla iyi zamanlara gitme değişkenleri arasındaki korelasyon katsayısı nerede ise 1 çıkar!
Dalga mı geçiyorsun be yahu? 1960, 1970, 1980 darbeleri... 28 Şubat... Sonra muhtıralar; "Açtırın bu kadının başını" çığlıkları "Tutun kolundan atın bu kadını" çığlıkları (Hem de bu çığlığı atan bir başbakan!) … 365 krizleri, "özde ve sözde laisizm," bir oyla parti kapatma faciasından sonra hâlâ zamanla siyasal gelişim arasında doğrudan hem de sarsılmaz bir paralellik görülebilir mi?
Görülür aziz ve muhterem genç kardeşim! Sonunda bugüne geldik mi? Demek ki geliniyormuş. Emmanuel Kant'a atfedilen bir söz vardır: "Olmuş bir şeyin başka bir türlü olabilme ihtimali yokmuş demektir."
Ama sorun şurada... Dur, oraya geçmeden başka bir şeyi hatırlatayım: Pasteur'ündür galiba, "Şans ancak onu karşılamaya hazır olanlara güler" sözü. Aynen o hesap, yarın(lar) ancak istediği gibi bir bugün inşa etmeyi başaranlara gülüyor. O zaman sorun şurada oluyor:
Sen (ben, onlar, yani biz) düne bakarak, nasıl bir yarın istediğimizi biliyor muyuz? Veya dün, bugüne ulaşmak için ne hazırlık yaptık?
Vatanı nasıl kurtardık?
Eğer sorun bu ise, sorman gereken soru da şu:
İstediğim bir yarına ulaşmak için, bugün uygulamam gereken şeyleri biliyor muyum?
Buradaki "şey", özlü Anadolu özdeyişimiz olan "Her şeyin bir şeyi vardır!" sözündeki şeydir ve ikiye ayrılır:
1. Strateji
2. Taktik
Aslında düşünürsen ikisi de aynı kapıya çıkar ama birincisi daha açık ve seçik bir hedef tayinini gerektirir; ikincisi ise çoğunlukla o açık ve seçik hedefe ulaşabilmenin dolambaçlı yolları olabileceğini hatırlatır.
Bir rahmetli hocamız vardı Mülkiye'de, derdi ki:
"24 saatin uyku dışında kalan kısmının en az yarısını, yarın olmak istediğim noktaya en kolay, en kestirme ve karşıma kendi elimle engel çıkartmadan nasıl ulaşacağımı düşünerek geçiririm."
O zaman bizler idealist, vatanı kurtarmaya hazır aslan parçalarıydık ama bütün yaptığımız Ankara bulvarlarında Amerikan Kültür Merkezi ve büyük holdinglerin vitrinlerini taşlamaktan ibaretti. Bir de rahmetli Süleyman Demirel ve partisine hakaret eden sloganlarla yürüyüşler yapmak.
Bu yürüyüşlerden biri, Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale edeceği söylentileri üzerine Türkiye'ye gönderilen ABD özel temsilcisi Cyrus Vance'ı protesto amacıyla Ankara'da Etimesgut Havaalanı'na yapılmıştı. SBF'liler, kendilerine ODTÜ öğrencileri tarafından gönderildiği söylenen otobüslerle, ODTÜ'lüler de kendilerine SBF öğrencileri tarafından gönderildiği söylenen otobüslerle üzerinden kuş bile uçurulmayan askerî havaalanının pistinde bulmuşlardı.
Başbakan Demirel'in ABD'ye karşı stratejisi ne idi? "Milleti tutamıyorum; Kıbrıs konusunda Türkiye'ye halkı tatmin edecek taviz verilmezse, Kıbrıs'a askerî harekât düzenlemek zorunda kalacağım" mesajını karşı tarafa vermek. Peki, bunu sağlamak için ne gibi taktikler uygulamıştı?
O taktiklerin bir kurbanı olarak Cebeci'deki SBF binasından ta askerî üssün orta yerine kadar rahat bir otobüs yolcuğu yapmış olmaktan zerrece kuşkuya kapılmamış, hatta ODTÜ'deki arkadaşları biraz da kıskanmıştım. Elbette onlar da SBF'nin bu organizasyon yeteneğine gıpta etmişlerdi.
Yıllar sonra bir dost evinde bu gerçeği o zamanki Millî İstihbarat Teşkilatı yetkilisinden öğrendiğimde, becerisine şapka çıkarttığım kişi merhum Demirel olmuştu. Çünkü stratejisi olan, bunu uygun taktikle süsleyen ve arzu ettiği yarına ulaşan oydu.
Strateji ve uygun taktik yoksunluğunun sonuçlarını anlatan güzel sözlerimiz vardır: Hırsla kalkan ziyanla oturur. Çünkü gözünü hırs bürüyen insanın gelecekle ilgili planlarını sakin kafayla gözden geçirmesi, hedeflerini alt alta yazması, bunlara ulaştıran yolu yani stratejiyi belirlemesi; dostlarına şevk verecek, muarızlarını etkisizleştirecek taktikleri arayıp bulması ve bütün bunları hayata geçirecek araçları, elemanları, yöntemleri, lojistik planlara bağlaması şöyle dursun, ayakta durması bile mümkün değildir. Hırsla kalkan, sendeler, düşer.
Hırsını içinde tutan ise zaafını kimseye belli etmez; önündeki engelleri, birer fırsata çevirir.
Şimdi bunlar genç arkadaşa "ütopik" görünüyor mu? Adım gibi biliyorum ki, görünüyor.
Görünsün! Çünkü ne "Vefa" İstanbul'da bir semtin adıdır, ne de "Utopia" Karaipler'de bir adanın adı. Sir Thomas More'un 1516'da aynı isimli kitabında tasvir ettiği ve adı "olmayan yer" anlamına gelen Utopia adasının Lyman Tower Sargent tarafından yapılan son uluslararası sayımında tam 23 ayrı versiyonu bulundu. Sosyalist, kapitalist, monarşist, anarşist, feminist, demokratik, eşitlikçi, ırkçı, sağcı, solcu, reformcu, nükleerci... Gidiyor böyle.
Doğa boşluk kabul etmez!
Şimdi burada sormanız gereken soru: "Benim ütopyam ne renk?" Sosyalist ütopyanın tersi, kapitalist ütopya değil. Monarşistin zıddı, cumhuriyetçi olmadığı gibi. Çünkü ütopyanın tersi, distopya. Grekçeden çevirirsek, "kötü yer" anlamına geliyor. Ütopyanız mesela cennet ise, bunun distopyası cehennem değil. Çünkü cehennem de birinin ütopyası. Bir yer düşünün ki, hiçbir özelliği yok. Hiçbir iyi tarafı yok. Hiçbir işlevi yok. Cehennemin bile bir işlevi var. ("Bile" demek bile gerekmez ama...)
Eğer genç adam, taze beyninde bir gelecek şekillendiremiyorsa, orası boş kalmıyor; oraya hemen distopya gelip, egemenliğini ilan ediyor. Nasıl ki doğa boşluk sevmez ve bir elementin boş bıraktığı yeri gelip başka bir element doldurursa, benzeri de ütopya alanında geçerli. Niteliği ne olursa olsun, bir genç adamın kafasında bir gelecek hayali, bir yarın tasavvuru yoksa orayı gelip kötü bir gelecek hayali, kötü bir yarın beklentisi dolduruveriyor.
Burası bence geçmiş-bugün-gelecek tartışmalarının en hayati noktasıdır. İnsan olduğumuz için diğer mahlûkattan farklı olarak daima bir tarih algımız var. Kendi başımıza gelmemiş bile olsa, gözlediğimiz tonla başka yaratıklar var. Hani geçen ay irdeledik ya bellek denen olayı. Hani size Umberto Eco'nun Kraliçe Loana'nın Gizemli Alevi romanındaki Milanolu 60'larında bir eski kitap satıcısı Yambo'dan söz etmiştim; hatırlardınız mı? Yambo'yu Yambo yapan ne yediği değil ne hatırladığıdır demiştik. Mesela bütün koyunlar böyle bir özelliğe sahip olsaydı, baktıklarını, gördüklerini akılda tutabilseydiler, kurban kesmek mümkün olur muydu? Kurban Bayramı yaklaşırken, hatta yaklaşmadan önce, bütün koyunlar, pırr! Neden? Çünkü hatırlayacaklardı. Benliklerinin kimliklerinin ana ögesi, ölümden kurtulmak olacaktı. Belki bir iki kronik depresyondaki âşık koyun, "Mezarımı yol üstüne kazın" tarzında bir yaklaşımla ölümü isteyebilirdi; ama ana akım koyun medyası, "Kaçın bayram geliyor!" diye manşet atardı.
Belki de yazının başında gerçekten "Âti kalbimde derin bir yaradır," demek istedim bilinçaltı bir dürtüyle. Bu dürtü nedir acaba? Âti'yi grafik kartı markası sanabilecekler olduğuna dair kafamdaki çirkin yapılar mı?
Kim bilir?