Eğer bir kitabın derdi ve telkin gücü yoksa zihnimin duvarlarına ne kadar çarparsa çarpsın nüfuz edemiyor içime. "Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlasam…" diyor Ayşegül Genç; Ceylan Uykusu kitabının, Başkanın Adamı öyküsünde. Bir yarayı diğer yaralardan ayırt etmek elbette maharet ister. Uzun zamandır kalemini yakından takip etmeye çalıştığım Ayşegül hanımın yazdıkları bütünsel bir iz bırakıyor içimde. Son on yıldır istikrarlı bir şekilde yazı hayatına devam eden Genç, yara sahibi insanları el üstünde tutuyor ve bu yaralardan müthiş hikâyeler devşiriyor. Yazmak o kadar emek ve zaman isteyen bir şey ki Ayşegül Hanım'ın bunu iki çocukla yapması gerçekten ona hayranlığımı artırıyor çünkü kadınların erkeklere oranla bir işi yaparken on kat daha bölündüklerini hepimiz biliyoruz. Bu nasıl oluyor diye kendisine sorduğumda; günlük işleri merkeze koymaktan kaçınmamızı, dünyaya yeterince bağlı olduğumuzu ve bir de bunlara set hâlinde bağlanmamak gerektiğini söylüyor. Belki de Genç'in tüm yazdıkları şimdilik birer başlangıç. Bana öyle geliyor ki henüz biriktirdiklerini tam olarak kullanmaya başlamadı bile. Ayşegül Genç ile kalemi, entelektüel özgürlüğü, cinsiyetin yazmak üzerine etkisini ve son çıkan romanı Kalbin Arka Odası'nı konuştuk.
Öykülerinizin, romanlarınızın hatta tweetlerinizin bile görünenin çok daha ötesinde bir meselesi var. Bu kadar yarayı meseleye, bu kadar meseleyi de yaraya dönüştüren bir kadının derdi ne?
Benim bir merkez derdim var. İnsanların zaaflarını, menfaatlerini merkeze koymalarına karşı çıkıyorum. Eskiden merkeze sadece "iyilik" konulur ve ona ulaşılmaya çalışılırdı çünkü iyi olmak zaten merkezde olmak demekti. İnsanlar artık iyi olmayı da kıyıda olmak olarak görüyorlar. Enayilik, gereksizlik, yorgunluk kelimeleri ile bir arada kullanıyorlar. "Dürüst olduğum için kıyıdayım, torpile tevessül etmediğim için listenin sonundayım, rüşvet yemediğim için taşrada kaldım" diyorlar çünkü böyle dikte ediliyor. İyiliği değersizleştirip kötülüğü hoş göstererek yeni merkezler sunuyor sistemler. İyi-kötü, masumzalim, katil-maktul, haklı- haksız başkası tarafından belirlenen merkezlere eşit uzaklıkta oluyor böylece. Cennet ve cehennem birer uyduya dönüşüyor. Oysa iyiliğin olduğu her yer merkezidir. Dürüstsen iyiliğin merkezindesindir demek gerekiyor. Merhametli isen merkezdesin. Ahlaklıysan merkezdesin. Hz. Mevlâna yar neredeyse başköşe orasıdır sırrına ermiş, mutlak güzelin, mutlak iyinin dolayısı ile hakikatin olduğu her yeri başköşe bilmiştir. Benim derdim de budur işte. İyiyi, güzeli ve onun kaynağını başköşeye oturtmak. Bu zor yolu sanat ile aşmak. Her kıyının bir başköşesi bir merkezi vardır, sanat devreye girdiğinde ise başköşenin bir kıyısı kalmaz.
On yıl içinde sekiz kitap yazdınız. Bu hiç yabana atılacak bir birikim değil kuşkusuz. Üstelik edebiyat camiasında hatırı sayılır bir konumunuzun olduğunu söylemek de mümkün. Peki, mutfak, çocuk, ev ve aile ikliminden sanatsal özgürlük iklimine nasıl geçiyorsunuz?
Hüsnü zannınız için teşekkür ederim. Benim için günlük işler ve sanat birinden diğerine geçilebilen bir şey değil sanırım. Romanlarda karakter oluştururken bu her anınızı meşgul eder, eliniz yemek yaparken zihniniz başka işler yapar. Tersi de mümkün; çocuğunuz hastaysa yazdığınız her cümleyi meşgul eder hastalık. Bende ayrım net değil. Her şey iç içe. Yemek yaparken bir daire çizmeye başlıyorsunuz, hikâye kurgularken başka bir daire, akrabanızı ziyaret ederken başka bir daire, böylece iç içe ama kendince daireler oluşuyor. Mühim olan daireyi kapatabilmek, başladığın işi nihayete erdirebilmek… Küçük nihayetlerden büyük inayetler doğuyor böylece. Beynimizde sürekli açık daireler ile gezersek ruhumuz yıpranıyor. Rüyaları düşünün, en açık daire rüyalardır. Eksik, yarım, anlaşılmaz. Bizler rüyayı yorumlayarak veya yorumlatarak açık daireyi kapatırız. Rüyaya bir yorum getirmez bir değer atfetmezsek gün boyu içimizi kemirir durur. Rüya dışında da böyle… Yapılan her işi değerli görmeliyiz ya da yaptığımız her işe bir değer katmalıyız.
Bir röportajınızda kendi kurgu anlayışınızı anlatırken ideolojik duruşun metne dâhil edilmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Kadının özgürlük arayışını kurgulayacak olsaydınız şayet, kurgunuz ve ideolojik duruşunuz nasıl olurdu?
Mutlak özgürlük mümkün mü bilmiyorum. Ona yaklaşabilmek var sadece. Herkes sadece kendine benzetmeye çalıştığı kadına ya da kendine benzeme potansiyeli olan kadına özgürlük vaat ediyor. İç Bir Şey isimli romanımda bunu anlatmaya çalışmıştım. Savaş ortasında 17 yaşındaki bir genç kızı kurtarmakla ilgili bir hikâye idi. Ve sadece tek bir soru soruyordu; kurtardığımız genç kızı ne yapacağız? Üstelik bu genç kız kurtarılmak istemiyorsa. Onun için tek kurtuluş orada, o kişiyi, o zamanda sevmekse… Gasp edilenle zenginlik olmaz. İnsanların önce hayatını gasp edip sonra onlara özgürlük vaat edemezsiniz. Kendi ayaklarınız zincirliyken karşınızdakine bir anahtar fırlatamazsınız, kendiniz yoksulluğun pençesinde kıvranırken bir avuç umut gönderemezsiniz. Bu yüzden bu dünyada insanda olanla, insanın fikrine ruhuna ait olanla bir kurtuluş, dolayısı ile bir özgürlük mümkün olmayabilir. O hâlde insanı aşan onu kuşatan başka bir şey gerekir. Nedir o şey? Bana göre imandır, başkasına göre herhangi bir düşünme biçimi, kimine göre merhamet, kimine göre sevgi, şu, bu... İnsan o şeyin peşine düşmeli. Dünyayı mekân olarak algıladığımız için yanılıyoruz, dünya mekân değildir bizim için, dünya düşünmeye yetecek kadar olan süredir. Süreyi iyi kullanmalı. Aramalı. Bulmalı. Bulamazsa eğer insan, bulduğu arayışın bizatihi kendisi olmalı en azından.
Covid-19 nedeniyle evlerimize çekildiğimiz ilk zamanlarda; "Bizim yaşam biçimi sandığımız şeyin adı karantinaymış meğer" dediğinizi hatırlıyorum. Mutfağında soğan pişen, dağ gibi çamaşırların ve bulaşıkların yığıldığı, yerlerde ve mobilya üzerlerinde kirin ve tozun kümelendiği evinizde hayatın ve güzelliğin ruhunu nasıl keşfettiniz?
Günlük rutin işler hayatın parçasıdır, merkezine konulmamalı. Kirli olan temizlenir, temiz olan kirlenir. Kalıcı bir temizlik mümkün değil zaten. Her şey dört dörtlük olamaz, bu eşyanın tabiatına aykırı. Kırılacak, kirlenecek, bozulacak. "Aman yemek takımları kırılmasın, koltuk takımları kirlenmesin, setler bozulmasın…" Dünyaya yeterince bağlıyız zaten bir de takım hâlinde, set hâlinde bağlanmaya gerek var mı? Serilere, dizilere, takımlara sadece mutfakta değil her hâlükârda bağlanmamalı. Bağları kesmekle "bir ağaç gölgesi" ifadesine yaklaşabiliriz ancak. Çok fazla işimiz var, bunların en başında iyiye iyi, kötüye kötü demek geliyor. İyilik değersizleştirilerek, kötülük de hor görülerek kavramların altı oyuluyor. Bulunduğumuz her ortama bu kaygıyı taşımalıyız. Eskiden okyanusa açılan gemilere mektup ulaştırmak için yola çıkan başka bir gemiye mektup verirlermiş. Yolda karşılaşan gemiler "mektubun sahibi bu gemide mi" diye sorarlarmış. Gemilerin gittiği yöne göre mektup el değiştire değiştire, gemiden gemiye aktarıla aktırıla sahibini ararmış. Üç dört yılda ulaştığı da olurmuş mektubun hiç ulaşmadığı da. Bunca hikâye arasında, bunca insan arasında elden ele, gönülden gönüle dokuna dokuna muhatabımızı aramak zorundayız biz de.
Erkeklerin egemenliğinde gelişen, hâlâ onların ortaya koyduğu kalıplara ve normlara göre şekillenen bir edebiyat geleneği olduğunu düşünüyor musunuz? Erkek yazarlar sizin yazdıklarınıza ne diyorlar? Kadın yazar, erkek yazar gibi bir ayırım yapılıyor mu sizce?
Gibi yazmak daha büyük sorun değil mi? Erkek gibi ya da kadın gibi yazmaya çalışmak. İnsan fıtratına göre yazmalı, yazıyor da. Peygamberimiz öldüğünde Hz. Ömer "O'na öldü diyenin kellesini uçururum" diyor. Hz. Fatıma ise "O'nun üzerine çarçabuk toprak atmaya eliniz nasıl vardı" diyor. İkisi de farklı şekilde acısını dile getiriyor. İki söz de kıymetli. Sözünüzün kıymetli olması için sizin de kıymetli olmanız gerekiyor. Çok güzel yazıp konuştuğu hâlde itibar etmediğimiz insanlar da var. Onların kadın mı erkek mi oluşuna bakmıyoruz. Diğer yandan insanlığını sevdiğimiz pek çok yazar sözün ve tekniğin büyüsüne fazlaca kapılıp bir teklif sunma noktasında sınıfta kalıyor. Sanat insanı yüceltir. En kötüsü bile belirli bir noktaya kadar ulaştırabilir insanı. Peki, yükselmek iyi bir şey midir? İnsan acıya da yükselebilir, gözyaşına da, intihara da, ölüme de… İyi sanat insanı yükseldiği yerde başıboş bırakmayan sanattır. Bu noktada yazarın cinsiyetinden ziyade sorumluluğu devreye girer.
Yeni çıkan romanınız Kalbin Arka Odası, bir kadının torununa yazdığı bir defterden müteşekkil. Oldukça duygusal ve güçlü bir ritmi var. Size bu defteri yazdıran dürtü neydi?
Edebiyatımızda çok büyük bir yeri vardır nasihatnamelerin. Mesnevi, Risaletün Nushiyye, Bostan ve Gülistan birer nasihat kitabıdır. Siyasetnameler, pendnameler, ruznameler çokça rağbet görmüştür. Modern nasihatname olarak kabul edilen Ali Fuat Başgil'in Gençlerle Baş Başa eseri hâlâ okunmaktadır. Ahlaki ve didaktik öğeler barındıran bu eserlerin ardına mütevazı bir şekilde düşmek istedim. Lakin kurgu bir yerden sonra kendi istediği noktaya taşıdı beni. Metnim distopik bir anlatıma göz kırpmaya başladı. Ben de izin verdim, farklı bir yolculuk oldu. Kitap, bir nine ile torununun birleştiği yerde insan olmaya dair bir kazı çalışmasına da dönüştü diyebiliriz. Nasihatten nefret edip nasihate bu kadar muhtaç başka bir varlık var mıdır, biraz da bu sorunun cevabını aradım. Hepimiz nasihate muhtacız. Hepimiz söze muhtacız. Eskiden dervişler şeyhleri gelmeden önce sohbet için buluşulacak mekâna gider etrafı kolaçan ederlermiş. Kirliyse süpürür, eğrilik varsa düzeltir, elini koyacağı yerde kıymık ya da başka eziyet verici bir şey var mı diye kendi elleri ile yoklarlarmış. Amaçları mekânı bir insandan ziyade "söz"e hazır etmeye çalışmaktır aslında. Söze hürmet ederler.
Yine eskiden köylere bir yabancı geldiğinde köy ahalisi o kişiyi kendi evlerinde ağırlamak için yarışırlarmış. Çünkü misafire hürmet söze hürmettir. Misafirperver dedikleri kadınlar misafirin ağzından bir çift söz işitmek adına çay demler, sofra kurar, gül suyu tutardı. Misafirin koynunda taşıdığı, sohbet halkalarında bellediği, bir büyüğün nazarıyla sınadığı sözedir asıl ikram. Dişinden tırnağından sıyırıp neyi varsa misafirin değil sözün önüne koyardı ev sahibi. Sözden ümitlerini kesmemişlerdi çünkü. Biz de kesmeyiz. Sözden ümidini kesen nasihatten, tebliğden, dirilişten ümidini kesmiştir. Hz. Musa'nın asasına dayanması gibi dayanırız söze. Onun, sevdiğinin yanında sözünü uzatmasını düşünürüz. Rabbi ona "elindeki nedir" demişti. Kısa bir soru sormuştu. Cevabı basit bir soru. Ama Hz. Musa dili de sürçmesine rağmen lafı uzatmıştı. "Bu benim asamdır" demişti. "Buna yaslanırım, bununla koyunlarıma yaprak silkelerim ve başka işlerde kullanırım." Rabbinin Hz. Musa'nın anlatmasına ihtiyacı yoktu ama Musa'nın anlatmaya ihtiyacı vardı. Bizim de anlatmaya ihtiyacımız var. Başkasına ettiğimiz nasihate sadık olmak için anlatmaya ihtiyacımız var. Başkasının omzuna dokunup kendimizi uyarmaya ihtiyacımız var. Bu hislerle yazmaya çalıştım Kalbin Arka Odası'nı. Ne kadarını başardım, takdir okuyucunun elbette.
Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını isterdiniz?
Dikiş kutusu. Annem terziydi. Evimize farklı meşrepten, farklı çevrelerden pek çok kadın gelirdi. Annem sabırla onlara seçtikleri kıyafetlerle ilgili bilgi verirdi. "O seni kilolu gösterir, bu sana olmaz, şu daha zarif" derdi. Bir kadın Emel Sayın'ın gazeteden bir resmini kesip getirmişti, bu kıyafetten istiyorum diye. Böyle bir evimiz vardı. Annem her işini düzgün yapan bir hanımdı. Ölçüler, sayılar, mezuralar, teyeller hepsi mahir bir elde en güzel şekil için yoğurulurdu. Çocuklarım da beni her işini düzgün yapan bir anne olarak hatırlasın isterim.
AYŞEGÜL GENÇ KİMDİR?
Konya'da doğdu. Selçuk Üniversitesi Maden Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Yazı ve öyküleri Genç, Okur, İtibar, Hece, Dergâh, Aşkar, Cins gibi dergilerde yayınlandı. Kuğu Boynu romanı ile ESKADER yılın romanı ödülüne layık görüldü. Eserleri: Metropol Bedevisi (2010), Ölü Serçe Dönemeci (2013), Çile Kırgını (2014), Dünyayı Kurtaran Kız (2014), Kuğu Boynu (2016), İç Bir Şey (2017), Ceylan Uykusu (2019), Kalbin Arka Odası (2020)